Gülümse celladına…
Sahur vakti "geçgeç" keyfi yaparken, Kadıköy iskelesinde ayaküstü röportajla referandum anketi yapan bir TV kanalına rastladım; durum 27'ye 4 hayırcıların lehineydi ve fark giderek açılıyordu!.. Vay canınaydı! Gülümsedim...
Gece yarısı mezarlıktan geçmek zorunda kalanlar da buna benzer bir şey yaparak korkularını uzaklaştırmak için ıslıkla "Bu fasuliye ikibuçuk lira" türküsünü çalmazlar mıydı?
Bir insanın cellâdına âşık olması, kendi urganını kemâl-i zevk ü şevkle yağlaması nasıl bir şeydir arkadaşlar? Osmanlılarda "Siyaseten katl" cezasına uğrayanlar, idam fermanlarını getiren cellattan "İki rekat namaz için izin var mı?" diye müsaade isterler hani, içlerinde "Elini çabuk tutasın" diye ricacı olan, hatta bahşiş verenler de olmuştur. İngiliz kralı I. Charles da başını kesecek cellat'a muğber (kin duymadığını) olmadığını ve onu affettiğini söylemişti. "Bunlar eski zaman adamlarıdır ve zâhir cellâtlarını dahi affetmek gibi âlicenap bir terbiye ile büyütülmüşlerdi" deyip geçebiliriz fakat eksik kalır. Celladına âşık olmak, ipini çekene muhabbet beslemek, kanını döken kılıcı öpmek aynı zamanda modern bir davranıştır. Biz bunu rahatlıkla, 1982 Anayasası'nı alıp güzeelce ciltledikten sonra sayfa kenarlarına kenarsüsü yapan, arasında gül, hatmi, karanfil yaprağı kurutan, beğendiği kelime ve cümlelerin etrafını çiçek desenleriyle bezeyen bir kısım hayırcı vatandaşımızın gösterdiği orijinal semptomlarla yan yana koyabiliriz. "Anayasama dokundurtmam, çünkü o benim nâmusumdan da öte aziz vatanın bölünmez bir parçasıdır" şeklinde müdafaa doktrini geliştiren bir fikir erbabına söylenebilecek fazlaca şey yoktur. Ben bunu rahmetli Sadri Maksudi Arsal'ın "Milliyet duygusunun sosyolojik esasları" isimli eserinin ismini tezekkür ederken fark etmiş ve şöyle demiştim:
-A, milliyet dediğimiz şey, eninde sonunda bir duygu muymuş ayol?
Evet, duygu imiş; "Hisli duygular" cinsinden tamamen enfüsî (subjektif) bir hisleniş... Hâlâ öyledir galiba (Tıptaki yeni gelişmelerden haberdar değilim pek!). Bilim, hüccet, soyağacı, nesil kütüğü filan hak getire yani!.. Celladına âşık olmak, urganını yağlamak da öyledir zâhir.
Neticede bakınız, oruç keyfiyle sizleri temin ederim ki, aşağıya derc ettiğim fıkranın, 12 Eylül günü, 12 Eylül Anayasası'nı kısmen değiştiren pakete hayır oyu vermeyi düşünenlerle hiçbir alakası yoktur.
Vaktiyle Anadolu vilayetlerinden birine zâlim, belâlı mı belâlı bir vali tayin olunuyor. Valilerle öteden beri bir şekilde yüzgöz olup da buncacık samimiyetten ötürü hemşehrilerine tafra satan memleket büyüklerinden bir ağa, uşağını çağırıyor yanına, diyor ki:
-Evladım, biliyorsun; bu yeni vali ile ahbab olmak istiyorum fakat adam barut; yanına yaklaştırmıyor. Şimdi biliyorsun ki falan zâtın katili de aylardan beri yakalanamıyor, hükümet arıyor bulamıyor.
-Ee, ne olacak ağam?
-İşte oğlum, seni sanki o kaatil sen imişsin gibi yakandan tutup valiye götüreceğim; sonra, 'A yanlışlık olmuş' deyip elinden kurtaracağım; bu esnada vali ile ahbab olurum. Öteden beri yaptığımız bir şeydir bu, korkma sana bir şey olmaz!
-İyi ya, sen bilirsin ağam!
Ağa dediğini yapıyor; uşağı tutup valiye götürüyor, fakat vali ters adam, dakikada, "Asın şu teresi" diye uşağı cellâda teslim etmez mi? Zavallı uşak, izbandut gibi muhafızlar arasında yaka paça idama sürüklenirken korkuyla efendisine imdad bakışları yollayınca Ağa, uşağın yanına gidip kulağına eğiliyor:
-Sık dişini be evladım, beş dakikalık bir zahmet için beni burada mahcub mu edeceksin yani?
Ben hayırcıların yerinde olsam, bir daha değerlendirirdim bu kararımı yani!..