G.Ü.lere var da M.L.lere yok mu?

Eşit olmayan taraflar arasında cereyan eden dayak vakasının, fiziki tahripten çok ötede onur kırıcı bir tarafı var. Vaktiyle her çocuk gibi mahalle kavgaları, itiş-kakış cinsinden "darp" vakalarına şahit olmuşuzdur; fakat bu kabil olayların hepsinde, dayak yiyen tarafın teorik olarak en azından -boşa gitse bile- bir yumruk sallamak hakkı vardır. Dayağın ne olduğunu ilk defa dayak yiyen gözüyle değil, seyirci mevkiinden seyrettiğimde anladım. Fi tarih: Delikanlı hazırolda bekliyor; amiri, bir hizmet kusuru yüzünden delikanlının yüzüne vurdu. Delikanlı, değil duruşunu bozmak yüz ifadesiyle bile tepki vermemek zorunda olduğunu iyi öğrenmişti. Delikanlının öğretilmiş tepkisizliği, dayağın kendisinden daha acıydı. Sonra darbeler "soğukkanlılıkla" devam etti. Delikanlının yüzü ızdıraptan kıpkırmızı olmuştu ve öğretilmiş sükunetini muhafaza ediyordu. O anda intihar duygusunun ne olduğunu fark ettim; yumruklar, delikanlının yüzünü değil, onurunu tahrip ediyor olmalıydı veya ben öyle sanıyordum; çünkü kenarda seyirci sıfatıyla hadiseyi seyrederken gizli bir cinayete şahit olmuşum gibi perişan vaziyetteydim. Yarım saat sonra o delikanlının yeniden gündelik işlerin tabii ahengine girdiğini görünce bir şaşkınlık daha geçirdim: Başına geleni tabii kabul ediyordu ve o anın şartları çerçevesinde delikanlı elbette benden daha iyi durum tahlili yapabiliyordu!

İki gün önce Eskişehir'in Ertuğrul Karakolu'nda dayak yiyen çocuğun halini görünce, bir anda yirmi yıl öncesine döndüm. On beş yaşındaki sabiye gözünün akını karartacak derecede gaddarca vurabilen o kamu görevlilerinin de şahsen kendilerine göre bir vicdan anlayışları olduğunu düşündüm; acaba akşam olup da evine gittiğinde aynı yaşlardaki evladının yüzüne nasıl bakabildiğini merak ettim. Bu çelişkileri kanıksamış, hatta yaptığı işin çirkinliğini görmeyecek derecede "güçsüzlere" dayak atmayı zihninde meşrulaştırmış olmalıydı. O halde bir ara teşhiste bulunabiliriz: Dayağın fiziki tahribinden ziyade meşrulaştırılma tarzı can yakıcıdır!

İşin can yakıcı diğer veçhesi ise kamu görevlileri elinden dayak yemenin ancak "güçsüzler ve sahipsizlerin" harcı olduğudur. Kanunlarımızda dayak yasak; dayağı meşrulaştıran bir kanun maddesi de yok. Bir kamu kurumunda dayak yemek için yevmi tabirle "gariban" olmak gerekiyor. O talihsiz Eskişehirli çocuğun babası bir gün boyunca karakol kapısında beklemiş; nüfuzlu biri olsa, kolu-kanadı olsa, hatta "devlet üstün hizmet madalyası"na layık görülmüş bir işadamı olsa, o çocuk öyle insafsızca hırpalanır mıydı? Doğrusu güzel kanunlarımız var; Anayasa'nın 10. maddesi "eşitlik"ten bahsediyor; demek ki güzel kanun yapmakla, hatta evrensel hukuk prensiplerine itaatkar kanun yapmakla hukuk devleti olunmuyor; işin bir de "yürütme" faslı var. Kanunu yapıyoruz; ama "yürütemiyoruz". "Ne münasebet, biz pekala yürütebiliyoruz" diyenlere -manşetlere çıkmadıkça- lafımız yok.

Hırsızlık yaptığı zannıyla vahşice dövülen o Eskişehirli çocuktan esirgenen anlayış ve merhametin Çanakkale Ömer Mart İlköğretim Okulu öğrencilerinden G.Ü.'den esirgenmemesi ne güzel: Malumunuzdur; G.Ü. merasim esnasında "andımız"ı okurken sehven, "Ülküm validenizi derhatır etmektir" deyince ortalık karışmıştı. Bu ilginç dil sürçme hadisesini duyuran 20 Mayıs tarihli Hürriyet gazetesinin verdiği haber metninde -mutad hilafına- hayli yumuşatılmış bir üslup kullanılması ise daha dikkat çekiciydi. Başta okul müdürü olmak üzere idareciler, "bu bir dil sürçmesidir, çocuklukta böyle şeyler olur; dünyayı çocuğun başına karartmayalım" şeklinde yaklaşırken, alelacele görüşüne başvurulan bir eğitim bilimleri profesörümüz de, "Bu yaştaki çocuklar kelime, cümle ve kavramları değiştirerek sürpriz yapmak ister. Kelimenin burada genel kabul görmeyecek ölçüde cinsel içerikli anlama çekilmesinde kasıt olamaz. Sorunu büyütüp, çocuğun geleceğini tehlikeye atmamak gerekir. Çocuğa Atatürk sevgisi vermek isterken, düşman yapmamalıyız. Çağdaş ülkelerde her sabah böyle yemin ettirilmez. Çocuğa bıkkınlık gelmiş olabilir. Konu pedagojik yöntem içinde ele alınmalıdır" diyerek şefkat ve anlayış dolu bir tavır sergilemişti. Bu skandaldan ötürü en çok başı ağrıması beklenen okul müdürü de, "Bunda kasıt ya da benzeri bir şey aranmamalı. Nitekim rehberlerimiz ve psikolojik danışmanlar da bu öğrencimizle yaptığı görüşmede aynı kanaate vardı" şeklinde görüş bildirince bir an hangi gazeteyi okuduğumu, hangi ülkede yaşadığımı ve okuduğum haberin mahiyetini şaşırıverdim. Bu kadar güzellik ve iyi niyet doğrusu bize yakışmıyordu. Daha önce benzer hadiselerde defalarca "medyatik infaz" yapıldığına alıştığımız için bu "rakik" yaklaşım hayli tedirgin ediciydi. "Hayırdır inşallah, bu memlekette aklı başında kamu görevlileri, insaflı gazeteciler de varmış demek ki" diye okuduklarımı hayra yordum; işte iki gün önce Eskişehirli çocuğun karakolda gaddarca dövülmesini duyduktan sonra huzursuzluğum geçiverdi. Biz böylesine alışkındık çünkü. Bizim memleketimizde genç kuşaklara şefkat, merhamet, ilim ve anlayışla yaklaşmak adet olsaydı mesela "İHL'lerin kökünü kurutacağız" bahanesiyle M.L.'lilerin (meslek liseleri) canına kastedilmezdi.

Ben hala tedirginim: Bu memleketin bütün evlatlarına en azından "G.Ü."ye gösterildiği kadar merhamet, şefkat ve anlayış gösterilmedikçe şaşkınlık ve tedirginliğim geçmeyecek!


Kaynak (Arşiv)