Gözden kaçırdığımız o iri ayrıntı

80’li yıllardı; bir gün, yaşadığım şehrin belediye başkanı, en büyük yatırım hamlelerinden biri olarak, çarşının tam merkezindeki birbirine yaslanarak eski arasta nizâmının izlerini hâlâ sürdüren dükkânları yıktıracağını, yerine “modern, çok katlı” bir alışveriş merkezi kurarak şehrin imajını güzelleştireceğini ilân etti.

Birkaç kişinin içi cızz etti; birisi de bendim; ahali memnundu, “Kurtulacağız şu mezbelelikten, derme çatma, çirkin görünüşlü dükkânlardan” diye hoşnut olmuşlardı.

“Yapmayın, etmeyin, elinizden geliyorsa çarşıyı tazeleyin, onarın, altyapısını güçlendirin; esnafına kredi verin, canlandırın ama yıkmayın; yıkarsanız böyle bir çarşı dokusu bir daha ele geçmez” mealinde şeyler mırıldandık, faydası dokunmadı. Şehre modern bir çehre ve çağdaş bir çok katlı çarşı kazandırma fikrinin karşısında durulamazdı.

O çarşı çok şirindi. Birkaç dönüm büyüklüğünde, muhtelif iş kollarının sokak sokak öbekleştiği, sokaklarında yüzyılların hâtırasını yaşatan, âdeta ortaçağlardan kalma bir yerdi. Modernlik peşindekiler görünüşte haklıydılar; çarşı eskiydi, köhneydi ve tamamen eskiye dair bir hâtıraydı.

Uzatmayalım, çarşı yıkıldı, dümdüz edildi, enkazın dibi kazıldı ve yerine beş katlı çirkin bir iş hanı yapıldı. Bu çarşının benzerine artık küçük kasabalarda bile rastlanmıyor. O günlerde her mahalleye bir tane kondurulan AVM modası henüz başlamamıştı; iş hanı demek o bakımdan daha doğru olacak.

Şimdi bir an Safranbolu’yu tek başına omuzlayan ve güzelleştiren çarşıyı düşününüz; o çarşıyı yıkıyor, yerine mimarlık eseri demeye kırk şahit isteyen çirkin bir iş hanı dikiyorsunuz. Safranbolular, Beypazarlılar, Ankara’nın, Antalya’nın Kaleiçi esnafı, Bursa’nın tarihî hanlarıyla ünlü merkez çarşısının sâkinleri böyle bir çağdaşlaştırma hamlesine izin verirler mi?

O çarşı ihyâ edilebilseydi, Safranbolu Çarşısı’nın benzeri, çok şirin bir tarihî alışveriş semti hâline gelecekti. Olmadı. Türkiye’nin her tarafında buna benzer “modern, çağdaş” alışveriş merkezleri, iş hanları, pasajlar var ve hepsinde birbirinin benzeri, hiçbir yere ait olmayan, mahallî renk ve tat taşımayan sıra işi ürünler satılıyor.

Oysaki standart ürünlerin, lezzetlerin câzibesi yok artık; insanlar gittikleri yerde, oraya mahsus bir ürün, o mahalle dair bir mekân, o şehrin tarihî geçmişini hatırlatacak bir sokak, mahalle veya çevre arıyorlar. Bazı yerlerde esnaf kuruluşları ve ticaret odaları, mahalli sanatları himayesine alarak bölgeye mahsus orijinal ürünlerin üretim ve pazarlamasına önayak oluyor. Yaygınlaşan turizmin gözdesi artık orijnalitedir, yerli değerler, mahalli ürünler, tarihî mekânlardır.

Yabancı ülkelerde, o memleketin rûhuna dokunabileceğimiz, biraz daha yaklaşabileceğimiz yerler ve mekânlar arıyor gözlerimiz. Modern mimarlığın öncüsü ülkelerin, eski şehir dokusunu korumakta gösterdikleri itina ve heyecan bizim gibileri şaşırtıyor ama hoşlanıyoruz da. Sonra biraz düşünüyor, “Yahu böyle yerler bizim şehirlerimizde de vardı, bilemedik kıymetini” diye hayıflanıyoruz.

Ne yazık ki o treni son vagonundan olsun yakalayabilmiş sayılmayız; her şehrimiz birbirine benziyor, binalar, sokaklar, meydanlar aynı. Her yerde aynı lezzetlerle, aynı kokularla, aynı hediyeliklerle karşılaşıyoruz. Anadolu’da birkaç şehirden başka farklı doku kalmadı.

Kültür konusundaki değerli yazılarıyla tanıdığımız Doğan Hızlan da aynı dertten muzdarip: Birbirinden farksız ve içinde aynı düzeni, aynı ürünleri barındıran AVM’lerin bir şehrin mimari kimliğine hiçbir şey ilave etmediğini ileri sürüyor; ona göre şehrin kimliğini eski yapılar, hanlar, çarşılar temsil ediyor. Zincir mağazalar, “Dünya yurttaşlarına” her yerde alışkanlıklarını sürdürme konforu vadetse de nihai tahlilde tatsızdır.

Orta sınıfa mensup ailelerin pek sevip benimsediği AVM’lerin, Türkiye’de küçük esnaflığı nasıl bunalttığı ve yok oluş noktasına getirdiğinden bahsetmedik henüz. Son dönemlerde hiçbir hükümet, küçük esnafı, mahalli renkleri içinde desteklemeyi önemseyen bir proje geliştirmedi.

Doğan Hızlan’ı doğru ve iç kanatıcı tesbitlerinden ötürü kutluyorum.


Kaynak (Arşiv)