Gönüllü cehaletin devası yoktur
Aşağıda okuyacağınız uzun alıntıyı, Attila İlhan'ın vefat ettiği gün adresime gönderilen bir e-mektuptan aldım. Attila İlhan'ın bir dergiyle yaptığı bir röportajdan (mülakatı Özcan Büze yapmış) aldığım bu iktibasta Attila İlhan, yeni olmasa bile çok önemli bir ayrıntıya bir kere daha dikkat çekiyor.
"Ben ayrılırken oradaki Türkolog bana döndü ve çok güzel bir İstanbul Türkçesi ile 'Türkçeyi ne yapıyorsunuz?' dedi. Ben çok şaşırdım. 'Ne yapıyoruz?' dedim. 'Çatısını, iskeletini kırıyorsunuz.' dedi. Ve bana kısaca izah etti ki özleştirme dediğimiz şey, saçma sapan bir şeydir. Türkçe bugün İslam kültür çevresi içindedir. Bu kültürün temeli de Arapça ve Farsçadır. Bizim dilimizde bunların bulunmasından tabii bir şey yoktur. Temizlemeye kalkmak çok büyük bir yanlıştır. Ben dedim ki, 'Latince ve Yunanca kelimeleri atarsanız Fransızca ne olur?' 200-300 kelime kalır. Hiçbir gocunmaları yok adamların bu yüzden. Bunu icat ettiler bizde, özdeşleştirme yapalım diye. Kafam benim bu işe hiçbir zaman yatmamıştır. Bir ara taktım, 'yanıt' kelimesi var, hiç sevmiyorum. Yanıt kelimesi acaba öteki Türklerde ne? Yanlış hatırlamıyorsam sekiz Türkçe konuşan kavime sorduk bunu. Çok şaşırtıcı bir sonuç geldi. Hiçbiri yanıt demiyor bir kere. İkincisi cevp, cuvb, civb ama hepsi cevap. Çeşitli şekillerde söylüyorlar. Bir kere sen medeniyetini bil arkadaş. Sen bu medeniyetin çocuğusun. Sen bu medeniyetin içinde yeni bir sentez yapacaksın. Sen bu medeniyetin içinde sosyalizm yapacaksın. Önemli olan metod. Metodu alacaksın, biz bunu sosyalistler olarak yapamadık Türkiye'de."
Bu sütunu takib eden dikkatli okuyucular, bu fikirlerin bir başka tahlil nokta-i nazarından ve büsbütün başka sonuçlara bağlanarak yeterince dillendirildiğini fark edeceklerdir. Özellikle Türkçenin İslâm kültür çerçevesinde içinde kimliğini idrak etmiş ve mükemmeliyete erişmiş bir yapı olduğunu, "Türkçenin Kur'ânî belkemiği" başlığı altında müteaddid kereler ifade etmiştim. Türkçe, Osmanlı asırları içinde, Batı dillerinde Latincenin teşkil ettiği referans dili fonksiyonunu -bu nokta çok önemlidir ve hep dikkatlerden kaçmıştır- Arapçaya değil, doğrudan İslâm kültürünün kökünü teşkil eden Kur'ân'a atıfta bulunarak inşâ etmişti. Bu, muhteşem bir inşâ faaliyetiydi ve bana göre, Osmanlıların bütün maddî ve mânevî fetihlerinden ve başarılarından daha yüksek bir değere sahiptir. Osmanlı Türkçesi Mimar Sinan'ın Süleymaniyesi'nden, Fuzûli'nin Divânı'ndan ve emsâli medeniyet nişânelerinden şüphesiz daha ihtişamlı bir parıltı sergiler. Bu noktada Osmanlıları, Türkçeyi Arapça ve Farsçanın egemenliğine terk etmekle suçlayan resmî kılıklı görüşler, dil inkılâbını meşrulaştırmak için üretilmiş ideolojik bir bahâne olmaktan ötede ciddi bir mânâ taşımıyor. Osmanlı Türkçesi ordunun, bürokrasinin, tekkenin, medresenin, çarşı-pazarın ve resmi kayıtların diliydi ve inkılâpçılık fırtınasının önünde kalıp darmadağın edilmeden önce, son derece dengeli ve sağlıklı bir sâdeleşme vâdisinde yol almaktaydı. Dil inkılâbı, Türkçeyi sadeleştirmek ve yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak için yapılmadı; Türkçenin rûhuna, sesine, imâ ettiği anlam bütünlüklerine ve şahsiyetine sinmiş İslâmî kültür unsurlarını tasfiyeye uğratmak, ezcümle Türkçeyi seküler bir dil şekline koymak için gerçekleştirildi.
Hayır, sözü dolaştırıp liselere Osmanlıca dersi koyma meselesine getirecek değilim. O fasıl kapandı ve dil inkılâbı bu mânâda kendi muvaffakiyet zirvesini zaptetmiş bulunuyor ama bu memlekette kelimelerle işi olan, düşünen, yazan, araştıran, velhâsıl Türkçe diye bir şeyin farkında olan herkesin, ilave bir gayreti göze alarak kendi açığını kapatması gerekiyor. Türkçenin hâl-i hazırı ile yetinileceğini düşünenlere ise söylenecek söz yok.