"Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile"
Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan dikkat çekici tesbitler: "Sağ kesimin edebiyatı, sol edebiyat kadar geçerli sayılmamakta(...) Bunun sebebini yıllarca düşündüm, araştırdım ama bir sonuca varamadım". "Failatün" zırvalığının manşetten döktürüldüğü günlerde Hürriyet gazetesinin edebiyat baronu* Doğan Hızlan, soy ismiyle müsemmâ bir tarzda hızını alamayıp, edebiyat derslerinde okutulması gereken yazarların listesini yayınlayıvermişti de bilahire gördüğü tepkilerden ötürü yarım çark ile iskeleye yanaşmak zorunda kalmıştı. Mâhut listeyi elimde kırmızı kalemle taradım. Dağlarca'nın tâbiriyle "sağ edebiyat" yoktu; Necib Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi birkaç isim haricinde "sağ" namına kimseler yoktu. Buna mukabil geriye kalan % 95'lik ekseriyet içinde ismini ilk defa duyduğum pek çok yazar listeye alınma başarısı gösterebilmişlerdi.
Düşmanlık, istihzâ veya dargınlık; bunlar anlaşılabilir şeyler ama yok saymak, bu kategorilerin hiçbirine girmiyor. Yok saymak, anlam tahlili itibariyle daha derin ve vahim bir psikolojik saplantı. 27 Mayıs, fikir ve sanat dünyamızda da oligarşik bir darbe sürecini başlattı: "Solcu olmak adam olmaktır" yâvesi, o günlerin zihnî hâletini iyi aksettirir. Dağlarca'nın imâ ettiği edebî dikta o günlerde kuruldu; diktanın hükümranlık sahası dışında kalanlar muhalif bile sayılmıyordu ve bu yüzden fikir ve sanatta varlık göstermeleri beklenemezdi. Onlar yoktular. Sağın isbât"ı vücud edebildiği tek yer vardı: Sandık. Sandığın başına gelenleri ise biliyoruz!
Dağlarca devam ediyor: "Şiirde hâlâ geçtiğimiz asrın şairleri revaçta. Sağdan da soldan da yeni bir ses, yeni isim yok (...) Bugünlerde yazılan şiirlere bakıyorum da yüzde doksan dokuz buçuğu şiir değil". Bu tesbitlere aynen katılıyorum ama muhtemelen sebeplerde ayrılıyoruz: Şiir âlemi lisanla vücut bulur; daha sonra zengin bir medenî birikimle. Bugünün liselerinden şair çıkmaz, fakültelerinden de. Gençler şiire pek hevesli; alt alta mısra sıralamak kolay. Kendine şair sıfatını lâyık görenler de az değil fakat şiir yok. Edebiyat dergilerinde yayınlananlar ses ve his itibariyle birbirinden farksız basit duyuş ve buluşlardan ibaret. Bugünün diliyle bırakınız yeni bir Şeyh Galib veya Dranas yetiştirmeyi, taklit cinsinden olsun bir Nâzım Hikmet bile yetiştirmek mümkün değil. Analarından "şair olsun" diye doğan vehbî kabiliyetlerin bile şansı kalmadı. Dil yok şiir de yok; şairin payına düşen, dil zaafı sebebiyle müteşairlerle aynı safta sayılmak!
Meseleyi tevhid edelim: Sağ, bütün zaafına rağmen bir noktada insiyâkiyle doğruda ısrar etti ve Türkçe'nin tahribine karşı çıktı. Sol ise, gerçek mânâda sol filan olmadığından fikir ve sanatta eski yapıları yıkmak ve devlet nazarında "iyi çocuk" intibaı uyandırmak için uydurma dili sahiplendi ve ona meşruiyet kazandırdı. Sağ, insiyakında ısrar edemedi zira edebiyat krallığının fermanlarına karşı direnme gücü gösteremedi; lisanı devlet desteğindeki uydurmacılık gayretleri değil, sağ kalem erbabının küçük tâvizleri zaafa düşürdü. Kendilerini bazen zamanın akışına beyhûde direnen bir zümre gibi görüp hissettiler. Sağ ve sol parti sözcülerinin beyanlarını yan yana koyunuz; bırakınız ideolojik tavır ayrılığını, kelime kadrosunda bile şaşırtıcı bir beraberlik göreceksiniz. Netice budur! Dil yoksa siyaset de yok.
Meşrutiyet devrinde siyaset, zevk, meşrep ve üslup farklılıkları vardı ama o devrin okur"yazarları, sağlam bir dil mantığından yola çıktıkları için birbirlerini "keenlemyekûn" saymıyor, bilakis ihtilafı zenginliğe dönüştürebiliyorlardı. Birinci Meclis'in onca meşrep farklılığına rağmen ibraz ettiği muhteşem cidâlin sırrı, biraz da aynı dille konuşmuş olmalarıdır. Meseleyi hâlâ "İngilizce tehdidi"nden ibaret sayanlarla işte bu yüzden hemfikir değiliz; İngilizceyi yasaklasak derdimiz devâ bulur mu?
Yara çok daha derinde!
*Baronluk burada fikren feodalliğe atıftır, asâlete değil.