...Gibi!

"Geçen hafta bir Avrupa devleti büyükelçisinin evinde yemeğe davetliydik. O ülkenin üst düzey yetkilileri, Türkiye'yi ziyaret ediyorlardı, bizlerle de bir buluşma tasarlamışlardı. Önce, yeni tanışan insanlar arasında adet olduğu üzere hoş beş edildi, ortak noktalar aranmaya çalışıldı. Sonra can alıcı konu birdenbire açılıverdi. Türkiye ve AB ilişkileri, İslâm, kimlik vs.

Masada Türkiye'den beş kişi vardı: Biri gazeteciydi, üçü akademisyen, bir de bendeniz. Başladık konuşmaya. Bir süre sonra masadaki konuşma sadece Türkler arasında geçmeye başladı. Birbirimizle İngilizce konuşuyor olmamız, sadece yabancı heyetin de tartışmayı anlaması içindi."

*

Yukardaki paragraflar bir başka yerden alıntı; müsaade ederseniz gerisini gönlümce ben tamamlayayım...

*

Büyükelçi'ye dedim ki, "nedir bu şeyler filan; ayıp oluyor!" Önce anlamadı ve sofra masasındaki "hors d'oeuvre" tabaklarından birkaçını imâ ettiğimi sandı. "No Sir" dedim, "ikram -nasıl derler?- pörfekt; ben asıl Hamas ziyaretine hükümetinizin gösterdiği yaygaracı tepkiyi anlamakta zorluk çekiyorum."

Büyükelçi fevkalade zeki ve tecrübeli bir diplomattır. Bölge politikalarını inceleyen dâhiyâne analizleriyle uluslararası entelektüel çevrelerde hâlâ başvuru kitabı olarak değerini koruyan "Pinwheels of The Middle East" adlı eseri Türkiye'de pek bilinmez. Neyi imâ ettiğimi derhal anladığını, gri gözlerinde bir an çakıp sönen çelik ışıltısından farketmiş olduğumu hissettirmeden sözlerime devam ettim:

"Bizimkiler, en azından sizinkilere diplomatik muaşeret çerçevesinde nâzik bir information sunmadan böyle bir davete kalkışmazlar! Bu ülkede Atatürk'ün koyduğu diplomatik prensipler hâlâ yazısız anayasa hükmü gibidir; anlıyorsunuz?"

Gözlerinden geçen anlam frekanslarını radar gibi ânında çözümlediğimi farkedince bakışlarını kaçırarak, "Oh, may be" diye mırıldandı; sözü nereye getireceğimi merak ediyordu besbelli.

Muhatabımın âsâbını denetlercesine uzun bir suskunluk koydum araya. İkimiz de garsonun getirdiği martini kadehinin temizlik derecesiyle ilgilenir gibi görünüyorduk. Büyükelçinin sinirleri, bir Steinway Piyano teli gibi gergin ama bir o derece dayanıklıydı. Sonunda denetim altına almaya çalıştığı sun'i bir tebessümle,

- Bizim Yorkshire taraflarında sürek avına çıkıldığında dedi, "çalılara gizlenen sülünleri ürkütmek için başvurulan av taktikleri vardır!" Piposundan kısa bir nefes çekerek dağıttı, "anlıyorsunuz?"

Büyükelçi'nin zarif eşi gerginleşen havayı dağıtmak için misafirlerini rezidansın resim galerisi olarak düzenlenmiş bölümüne davet edince bu ilginç diyaloga son vermek zorunda kaldık. Sürrealist dalganın az bilinen ama önemli örneklerinin sergilendiği bu mini galeri, bana nedense dostum Soljenitshin'in Moskova banliyölerinin kuytuluklarına gizlenmiş daçkasındaki o gösterişsiz ama fevkalade entelektüel simgelerle bezeli dağınık çalışma odasındaki Litvanyalı sanatçının suluboyalarını hatırlattı.

Bazen düşünüyorum da, uluslararası intelijansiyanın mensupları olarak bizler, her yeni güne başlarken herhangi bir ulus devletin pasaportunu taşıyor olmaktan ilerigelen manevi yükü tolere etmek için, birbirimizin varlığını hatırlamaya muhtaç bir avuç insan kimliğiyle ne kadar yalnız, ne kadar savunmasız ve garip bir topluluk teşkil etmekteyiz. Evren, sonsuzlukta bir nokta; uluslararası intelijansiya ise bu noktanın varlık bilincini dillendiren bir öncü müfrezesi gibi...

Gecenin geç saatlerinde Kadillak'ımla Maslak'ın iyice tenhalaşmış yollarında iken bir uluslararası entelektüel olarak o zorlu açmazı burgulayan soru işaretleriyle hesaplaşıp duruyordum; hangimiz daha çok yalnızdık: Türkiye mi, yoksa bizzat ben mi?


Kaynak (Arşiv)