Gericilikse gericilik: Gökdelenlere hayır!
Bir kere İstanbul'un eşsiz silueti ile gökdelen fikrini yanyana koymak abeslerin en büyüğü. Başka hiçbir haklı ve mâkul gibi görünen sebep İstanbul'a yeni gökdelenler dikilmesi ve mevcutlarının varlık sebebini savunmayı mâzur gösteremez.
İstanbul Levent'e her biri 300'er metre yüksekliğinde iki dev kule. Geçen haftanın gazeteleri bu haberin ayrıntıları ile doluydu.
İstanbul'u karış karış bilen biri değilim; Ramazan başlangıcında iki günlüğüne İstanbul'u ziyaretimin ilk gün öğleden sonrası programım müsait olduğu için önce Hazret-i Hâlid'i ziyaret edip ardından Boğaz havası almak için yarım saatliğine de olsa Tarabya'ya kadar uzanmak fırsatımız oldu. Bir Cuma ikindi öncesinde Eyüp Sultan Camii, -kelimenin hakkıyla- inanılmaz görüntüleriyle âdeta gözlerimi kamaştırdı. Cami avlusundan belki yüz metre ötesinden başlayan yoğun kalabalık, cami avlusunda tam bir izdihama dönüşüverdi. Her sınıftan ve her giyimde kadınların istilasına uğramış avlu, Türkiye'de inanç sosyolojisi ile uğraşanlara adeta darı anbarına düşmüş bir tavuğun hangi birinden çimleneceği bilmemesi misâli son derece zengin malzeme sunuyor. Bu bakımdan İstanbul, nasılsa hâlâ câzibesini koruyabilmiş geçkin güzelleri hatırlatıyor insana. Ama o saatlerde Eyüpsultan'a yaklaşabilmek bile çok meşakkatli ve mahsus azim gerektiren bir çile haline gelmiş ne yazık ki.
Benim anlam iklimimde Hazret-i Hâlid hâlâ İstanbul'un mânevi garnizon komutanı şerefini ihrâz ettiği için mevcud kaydımızı bildirdikten sonra Boğaz yollarına düştük. Mecidiyeköy ve Maslak civarından geçerken İstanbul'un gökdelenlerini biraz daha yakından görmek fırsatı oldu. Kadıköy Karaköy vapurunda çok uzaklardan silüeti hayâl-meyâl seçilebilen gökdelenleri ilk defa bu kadar yakından gördüm; uzaktan göründüğünden çok daha çirkin bir intiba vermeleri beni şaşırtmadı. Gökdelen fikrinin bizatihi kendisi benim için zaten çirkindir ama İstanbul'un gökdelenleri, galiba dünyadaki mevcutlarından daha kötü. İstanbul'a -velev ki- gökdelen dikmeyi tasarlayan bir mimarın eli ayağı titremeli diye düşünürüm ben; gördüğüm örnekler, mimarlık 2. sınıf talebelerinin elinden çıkmışcasına zevksizdi.
Bir kere İstanbul'un eşsiz silueti ile gökdelen fikrini yanyana koymak abeslerin en büyüğü. Başka hiçbir haklı ve mâkul gibi görünen sebep İstanbul'a yeni gökdelenler dikilmesi ve mevcutlarının varlık sebebini savunmayı mâzur gösteremez. Mâkul sebepler mâlum: İstanbul dünya çapında bir iş merkezidir, kıtalararası ticaretin kavşak yeridir, Türk sanayiinin kalbi, dağıtım ve pazarlama merkezidir, kezâ vaktiyle çok hırçın tarzda yağmalanması yüzünden İstanbul'da yeni arsa üretmek neredeyse tıkanma noktasında imkânsızdır vesaire vesaire... Başka "mâkul" sebepler gösterilmesi de mümkün: Dünyanın bütün büyük şehirlerinde, vazgeçilmez derecede bir mimarlık figürü olarak gökdelenler varlığını koruyor, hatta yenileri inşa ediliyor. Bu binalar çevrelerinde büyük ekonomik hareketlilik yaratıyor, istihdama sebep oluyor ve yeni kapasiteler de inşa ediyorlar ama "küçücük" bir kusurları var: Gökdelenler insânî boyutları ihlâl ediyorlar! Ve meşhur kanundur: Su-i misâl emsâl olmaz derler.
Çok daha önemli mahzurları da var: Meselâ sair binalar için çok kolayca geçiştirilmesi mümkün kazalar, yükseklerde yıkıcı şiddetle esebilen rüzgarlar, yangın, deprem gibi tabii âfetler gökdelenlerde telafisi imkânsız facialara yol açabiliyor, diğer taraftan bu binalar yoğun nüfus barındırdığı için zaten İstanbul gibi trafiği çoktandır iflâs etmiş bir şehirde yeni trafik kördüğümleri ihdas etmek için bire bir. Evet tedbir alınabilir, modern teknolojiden, yüksek mühendislik tekniklerinden istifade edilebilir ve nitekim Dubai sermayesi ile inşa edilecek gökdelenlerin aslında İstanbul için ne kadar faydalı ve kaçınılmaz olduğunu ileri süren yoğun bir enformasyon saldırısı daha ilk günden gazete ve ekranları istila etmiş durumdadır. Daha şimdiden 500 milyon Dolar'a çıkacağı hesaplanan bu dev yatırım sahiplerinin medyada gerekli desteği sağlamak için harekete geçmiş olmasını da tabii karşılamak lâzım. Yani çifte gökdelenler meselesini daha günlerce tartışacağımız bellidir. Demokratik bir toplumda bu gibi şeyleri tabii karşılamak lâzım ama tabii karşılanamayacak olan şey, İstanbul Belediyesi'nin bu projelere daha işin başında ortak olmasıdır. Belediyenin ortaklığı, yatırımcılar için medya desteğinden çok daha önemli görünebilecek anlam taşıyor. Oysa ki daha bu safhada iken İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin sırf insâni sebeplerle ve şehir estetiği nokta-i nazarından bu projeye muhalefet etmesi beklenirdi.
Neyse ki İstanbul'un mimarlık mesleğinden gelen bir Belediye Başkanı var! Ez kazâ ya toptancı veya manifaturacı olsa ne yapardık?
Yeniden "insânî boyutlar" meselesine dönebiliriz şimdi; insâni boyutlar taşıyan şehir, -o gün için dahi büyük mimarlık facialarına sahne olmasına rağmen- meselâ İstanbul'un en azından elli sene önceki hâlidir. Elli yıl veya bir asır. Sokaklarında kalabalıktan hafakanlar geçirmeden yürünebilen, yollarında yaya ve insan trafiğinin rahatça akabildiği, şehrin tabii topoğrafyasına insan eliyle vahim müdahelelerin henüz yapılmadığı, tarihi ve tabii dokunun şehrin en eski hemşehrisi sayılarak saygıyla, sevgiyle muhafaza edildiği, komşulukların, esnaflığın, eğitimin, ticaretin kaotik tesadüflerin seyrine tâbi kalmaksızın kendi âhengiyle yürüyebildiği bir yer.
Hayır, İstanbul'a bırakınız yeni gökdelen dikmeyi, yeni bina yaparken bile kılı kırk yararcasına titizlenmek gerektiği bir kader dönemi içindeyiz. İstanbul'u, birşeyler yapmakla değil, belki sadece yıkmakla kurtarabileceğimiz bir dönem bu. Neyi, nereye, nasıl yapacağımızı değil, nereyi, nasıl ve hangi usulle yıkarak İstanbul'u boğulmaktan ve tıkanmaktan kurtarmanın tartışılması gerektiği zamanlar bunlar.
Mesele ne dış sermaye düşmanlığı, ne Arap-İslam dolarlarına bazı çevrelerde duyulan peşin antipati, ne de vaktiyle Necdet Calp'ın sergilediği cinsten bir "ille de yaptırmam" inadı.
Mesele İstanbul!
"Yapmak yerine yıkmak gerekir" teklifini ileri sürerken konu sanki ciddiyetten uzaklaşmış gibi görünüyor; oysa ki İstanbul'un şimdiki hâli bile son derece ciddiyetten uzak, belki ancak mizah diliyle kavranabilir bir "insana eziyet" fenomeni şeklini bürünmüş durumda.