Gemiyi delmeden ve deldirmeden...
Aksiyon dergisi’nin bu sayısındaki yazım, ‘Ağır hizmet kusuru’ başlığını taşıyordu; muhtevası kısaca şöyle: “Devlet sırrını korumak, devletle ilgili mahrem bilgilerin emniyetini sağlamak, yürütme erkinin başındaki kişi olarak yine bizzat Başbakan’ın birinci derecede görevidir; tâli derecedeki sorumluluk, devlet mahremiyetini sağlamak için görevlendirilen istihbarat bürokrasisinin ve emniyet güçlerinin omzundadır.”
Yazı, kriptolu telefonların dinlenmesi hakkındaydı ve geçen hafta yazılmıştı. Ne var ki muradı, alelacele yayın yasağı konulan dinleme olayını da kapsıyor.
‘Hırsızın hiç mi kabahati yok’ faslında, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın ‘beddua’sına aynen iştirak ediyorum; diyor ki Arınç: “Bir insan eğer bunu devletini batırmak, milli güvenliği zaafa uğratmak, bizi bir başka ülkeyle savaşa sokmak amacıyla yapmışsa Allah onların bin kere belasını versin!” Sayın bakanın infialini, öfkesini anlıyorum fakat ‘icra’ erkini işletenlerin lânetten başka görev ve sorumlulukları da olması gerekir. Az önce CNN Türk’ten MİT’e atfen yayınlanan haberde, Dışişleri’ndeki mâhut odanın bir seneden fazla zamandan beri dinlendiği öne sürüldü. Doğruysa müthiş rezalet!
Hırsızı mâsum gösteren yok ama bu hadisede ‘ev sahibi’nin mağdur rolünü abartmaması gerekir zira bu, hırsızları yakalamakla görevli polis karakolunun soyguna uğraması gibi bir durum.
Devlet mahremiyeti ve dolayısıyla güvenliği bir kamu emanetidir; kamu emanetleri ve görevleri ehil olanlara tevdi olunur; bu sorumluluğun hakkını veremeyenlerin, gösterdikleri zaaftan ötürü sigaya çekilmesi, hesap vermesi gerekir. Bugün açığa çıkan istihbarat zaafının, ülkemiz için ileride ne türlü bedellere mal olacağı hakkında hiçbir tahmin yapılamaz.
“Yakalayınca çok fena yapacağız” hissini vermek için, skandalın duyulduğu ilk andan itibaren hadiseye hemen casusluk teşhisi konuldu ve teşhise devletin üst protokolündeki zevat, sırayla iştirak ettiler; ardından evvela ‘siber saldırı’, daha sonra ‘ortam dinlemesi’ tesbitlerine geçildi, yani işin mahiyetinde bile bir zihin berraklığı yoktu.
Casusluk teşhisine itirazım yok, az bile; bilakis casusluktan daha fena, daha ağır bir cürümdür bu: Devletle dalga geçmek ve devletle dalga geçilmesine seyirci kalmaktır! Birbirinden ağır iki skandal. İşte bir hukuki kavram olarak ‘ağır hizmet kusuru’ faktörü burada devreye giriyor. Kamunun sırrını ve güvenliğini korumakta kusur gösterenlere karşı “re’sen” harekete geçecek bir mercî yok mu? Dinleyenlerin kısa sürede yakalanacağını farz edelim, dinlemeleri önlemekle sorumlu olanların cürmü ne olacak?
Basit bir şirketin, kurumun mutemedi, muhafaza etmekle görevli olduğu paranın başına bir hal geldiğinde, evvelâ usulen hesaba çekilir. Birine sır emanet ederseniz, ondan ketum durmasını, emanete riayet beklersiniz; kamu sırlarına riayetle görevli olanlar görevlerini savsaklarsa ne olacak?
Mer’i hukukta bu sorunun cevabı var fakat fiilen işlemiyor!
Bu yazıyı, dün Türkiye’nin bütün camilerinde imamların okuması için Diyanet tarafından dağıtılan manidar cuma hutbesinin son cümlesiyle nihayetlendirmek iyi bir fikir olabilir:
Aziz kardeşlerim!
Kitle iletişim araçlarıyla dünyamızın küçüldüğü, geminin dibini delmek isteyenlerin çoğaldığı, teknik imkânları kullanıp tabiatın ekolojik dengesini dahi bozacak kadar ileri gittikleri günümüzde (…) hepimiz, Rabb’imizin bize emanet ettiği ortak gemide ebediyete doğru seyrüsefer halindeyiz. Rabb’imiz, can emanetini sahibine teslim edinceye kadar bu gemiyi delmeden ve deldirmeden, sahil-i selâmete erebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!
Ne denir böyle güzel duaya: Âmin, âmin, âmin ve bihî nestaîn!