Gel ey 'kuru akıl'
Devlet, "yöneten" cihazdır; ama ayan-aşikare ortadaki devletimiz "yönetemiyor". Acı; ama doğru; yönetmek istemediğinden değil, ne kadar çok "yönetmek" istese, o kadar az yönetebildiğini görmemesinden.
Beceriksizliğin sebebi "rasyonalite" kıtlığı". Karar mekanizmalarının yüksek katlarında öfke, endişe, gurur ve hınç kesifleştikçe rasyonalite azalıyor. "Yönetici akıl" diye bir şeyin varlığından artık ciddi surette şüphelenmeye başladık. Hiçbir makul gerekçe mevcut değilken bir bardak suda yarattığı problemlerin altında ezilen devlet, yönetemez hale geldikçe akliliğini de kaybediyor. Geçmiş zamanlarda işe yarayan, "yöneticilerimizin bir bildiği vardır elbette" hüsnüniyeti artık işe yaramıyor. Bu durum çok vahim bir güven bunalımı ortaya çıkardı; devletin en kadim ve sarsılmaz derecede güçlü görünen müesseseleri bile kendi eylem ve kararlarının tutarsızlığı yüzünden hızla itibar kaybına uğramaktalar.
Devletin bir ideolojisi, dünya görüşü olmalı mıdır, olmamalı mıdır tartışalabilir; ama devletin "akli" olması gerektiği tartışma dışıdır; aklilik vasfını ciddiye almazsanız yönetemezsiniz; makul olanı küçümser, değersiz hatta zararlı görürseniz tıkanırsınız; yönetmekte kullandığınız avadanlıklar birer birer elden çıkar ve günün birinde "zulm"den başka alet kalmayabilir elinizde. Kaldı ki, zulm ile yönetmek bile bir ölçüde basiret, dirayet ve "yönetici akıl" gerektirir. Belki yanlış hatırlıyorum; ama galiba Haccac'a atfedilen bir nükte vardır: Zulmüyle maruf bu şahsa sormuşlar, "Niçin zulme tevessül ediyorsun?" Cevaba dikkat ediniz, "Ben cahilin biriyim, ilmim olsa adl ile hükmederdim; ilmim olmadığı için zulme başvuruyorum."
Haydi açık açık söyleyelim; bizim devlet ideolojimiz, açıkça belirtilmese de "aydınlanmacı"dır. Özellikle XIX. yüzılda Batı dünyasında hakim olan pozitivist felsefeye hala hayrandır; "ilm"in, hayatın bütün şubelerini izah ve aydınlatmakta mükemmel bir vasıta teşkil ettiği, bütün metafizik şüphelerin ilmin nuru ile aşikar edilebileceği yolundaki bu XIX. asır iyimserliği, sonraki asırda yerini relativizme terk etmiş olsa bile bizde "hikmet-i hükümet"in baş tacıdır ki şahsen yanlış bulsam bile itiraz etmiyorum; "her mihnet kabulüm, yeter ki...", aydınlanmacıların bundan bir buçuk asır önce müracaat ettikleri "akıl" argümanına siz de müracaat ediniz ve en azından hiç değilse "kuru akıl"a sadakat gösteriniz; o bile işe yarar. Ama konuyla ilgili herkes biliyor ki bizim devletimiz, metafizik müphemiyetleri kuru aklın ışığı ile aydınlatmak bir yana, yönetim sürecinin her safhasında bizatihi kendisini metafizik bir müphemiyet içinde göstermek için gayret göstermektedir. Anayasalarımızda 60 küsur yıldır ifade edilen "laik devlet" kavramının başına gelenlere bakınız; bu ülkede laikliği en fazla ve sistematik olarak haleldar eden güç bizatihi devletin ta kendisidir; isbatı meydanda; devlet, dinin işine karışmasından hazzetmez; ama bir yönetim avadanlığı olarak dini daima kontrolü altında bulundurmak isteğinden asla vazgeçmez. "Hukuk devleti" olmak, devletin iddiasıdır; ama pratikte karşılaştığımız olgu bir "kanun devleti"dir. Sadece şu iki misalin bile kuru akılla izah edilebilir tarafı yoktur ve devletin aklı hiçe sayan tutumu yüzünden Türkiye her geçen gün biraz daha yönetilemez hale gelmektedir.
Devlet, anayasanın ikinci maddesinde adalet anlayışından, insan haklarına saygılı olmaktan, Atatürk milliyetçiliğine bağlılıktan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan bahsederek, "Bu nitelikleri tartışmayın, huzursuzluk çıkar" diyor; iyi de tartışan kim, bizatihi devlet bu niteliklere sadakat gösterse yeter bize? Çünkü bu madde vatandaşların değil, devletin niteliklerini tadad ediyor, bu bir ahittir ve devlet bu ahde vefa göstermek zorundadır. "Kuru akıl" en azından kendi ahdine vefa göstermeyi gerektirmez mi?
"Aydınlanmaya" bile razıyız; ama önce kendinizi aydınlatın yahu!