Gazete manşetlerinden tarih kayıtlarına
Yeni başbakan namzedimiz Yalım Erez Bey, "Uzlaşma arıyorum" cümlesi ile manşetlere geçti. Bu söz, sıradan lafların sıra dışı dönemlerde oldukça garip anlamlar omuzlayabildiğine güzel bir örnek teşkil ediyor. Sadece koalisyon değil büyük bir ulusal uzlaşma aradığını ifade eden başbakan namzedimiz, parlamentonun yanı sıra "işçisi, işvereni, çiftçisi, köylüsü, emeklisi ve memuru ile" büyük bir uzlaşma aradığını ileri sürmüş. Bu ülkede çok kullanıldığı için gerçek anlamını kaybeden bu gibi yığınla hoş ve beylik diskurlar yıllardır siyasi iklimimizde gezinir durur. Bu gibi sözler aşırı tedavülden ötürü lügatteki ilk ve çıplak anlamlarından gayrı her manaya delalet edebildiği için ben bu "uzlaşma" tabirine takılıp kalıverdim.
Meclis'te birbiri ile uzlaşmaya ve hatta hükümet kuracak ekseriyeti sağlamaya amade onca parti dururken Sayın Erez, kimleri kimlerle, neyi nelerle uzlaştırma niyetiyle yola koyulmuş olabilir? Tabii uzlaşma platformlarını fiilen işe yaramaz kılıp atla arpayı karşı karşıya getirdikten sonra uzlaşma ihtiyacına dikkat çekmek, olsa olsa postmodern üsluplu yeni bir siyasi manevra tarzı olsa gerek. Bu gibi zamanlarda duymaya alışık olduğumuz "milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha ziyade ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde..." sözlerinin yeniden tedavüle konulmasına gerek var mı? Demokratik teamüllere riayet etmek niçin yeterli olmuyor da, -hafazanallah- kitlevi bir felaketle karşı karşıya kalmışız gibi uzlaşma nutukları ile havayı ısıtmaya çalışıyoruz?
Eğer Sayın Erez, "uzlaşma" kavramının muhataplarını benim düşündüğüm gibi adreslendiriyorsa bu temennisine can ü yürekten iştirak ederiz: Bugünlerde Türkiye için görülebilecek en iyi hizmet "devlet" ile "millet"i uzlaştırmaktır ve bu uzlaşma ihtiyacı sanıldığından daha ziyade derinlere nüfuz etmiş bulunmaktadır. Ne var ki Sayın Erez'in kariyerinin şaşırtıcı yükselme çizgisi itibariyle bu ihtiyacın derinliğini hissedebileceğine ve dolayısıyla "uzlaşma arıyorum" derken devletle millet arasındaki sancılı ilişkinin tansiyonunu düşürmeye talip olabileceğine ihtimal vermiyorum. Devletin yüksek katlarında manzaranın, benim gördüğümden daha farklı olduğunu tahmin edebiliyorum. Sayın Erez'in uzlaşmadan kastı, bütün siyasi partilerin, sivil inisiyatif kuruluşlarının, iş çevrelerinin ve devletin seçimle iş başına gelmeyen anayasal uzuvlarının desteğini kazanarak gerektiğinde 2000'li yıllara bile sarkması muhtemel genel seçim gününe kadar güçlü bir restorasyon kabinesi teşkil edebilme arzusundan ibaret görünüyor.
Satır aralarında ima edilen maksat, aslında bir kalıp halinde birbiri ardına sıralanan esnafın, işçinin, işverenin, memurun, köylünün, şehirlinin, emekli ve dar gelirlinin yani bütün milletin bir küll halinde devletin kendini va'zediş tarzına itaat etmesi değil midir? "Uzlaşalım" çağrısı aslında, "ince eleyip sık dokumadan sadık ve uysal tebaalar gibi itaat ediniz" manasına gelmiyor mu? Milletin devlete kayıtsız şartsız itaat edişi dışardan bakıldığında "bir büyük uzlaşma" gibi okunabilir elbette; mektepler olmaksızın maarifi, takımlar olmaksızın futbolu, araçlar olmaksızın trafiği idare etmek arzusuyla farkı yok bunun.
Hükümet krizi buradan bakılınca kayıkçı dövüşü gibi görünüyor; elli beşinci hükümetin nasıl kurulduğunu, niçin yıkıldığını hatırlayan kaç kişi var bugün; milli iradeyi yalama ederek kurulan ve kurulacak olan hükümetlerin millet nezdinde ne kadar itibar kaybına uğradığını kim biliyor? Mesele hükümetin teşkili değil, daha derindeki kriz, devletle milletin uzlaşmasında mündemiç. Birkaç küçük adımla, birkaç küçük kararla Türkiye'nin derinden "oh" çekeceğini devletten ziyade millete yakın duran herkes farkında. Sayın Erez, böyle bir uzlaşma arayışına girseydi, günlük gazete manşetleri yerine tarihin kayıtlarına bir başka türlü geçerdi.