Futboldan niçin ve nasıl soğudum?

Eski okuyucularım bilirler; ara sıra kaçamaktan futbol yazıları kaleme almayı pek severdim.

Kaçamak diyorum, çünkü bizim gazetenin spor servisini yönetenlerden kimse çıkıp da, "Yahu Ahmet abi, ara sıra bize futbol yazıları yazsan ne güzel olur?" demek incefikirliliğini göstermemişti (Yalnız bühtân etmeyelim, bir ara Hayri Beşer bir jest yapmıştı galiba!); ben de denk düşürdükçe önemli gördüğüm sportif (!) konular hakkında kendi köşemde birşeyler çiziktiriyordum fakat, yazarlarına karşı pek müşfik, pek anlayışlı davranan Zaman okuyucusunun bir kısmı, her halde o zamanlar Galatasaraylı olduğumu açıklamamdan ötürü tepki gösterip, "Sen bildiğin konulardan bahset, futboldan anlamıyorsun!" dediler. Eh, alındım tabii. Bir defa standart bir Türk erkeğine "Sen futboldan anlamıyorsun" demek, hakarete doğru ağır kasıt ihtivâ eden bir yargıdır. Futbolun güzelliği buradadır zaten, kurallarının basitliğinden dolayı herkeste "Ben bu işi biliyorum galiba" duygusu uyandırır. İkincisi futboldan bahsetmek için futbolu gerçekten bilmenin gerek olmadığı yolundaki kendi yargımdı; anlaşılmadı, anlatamadım, daha doğrusu üstüne gitmek istemedim meselenin.

Milli maçta uyudum

Şike rezâletinin ortalığa düşmesinden sonra meseleye ciddiyetle eğilmiş, sadece teşvik priminin değil, bildiğimiz şikenin de suç olmaktan çıkarılmasını, şikeyi önleyemiyorsak meşrû hale getirmemiz gerektiğini savunmuştum. Bu sözü, "Şikeye ceza verilmesin" biçiminde anlayan bazı kulüp başkanları, bu ileri görüşlülüğümü üç ay sonra farkettilerse de sonradan "UEFA fişimizi çeker!" endişesiyle yiğitliğe leke kondurmayıp tekliflerini geri çektiler fakat iş işten geçmişti. Türk futbolu 3 Temmuz hâdisesinin sarsıntısını atlatamadı; göçüğün altından kalkıp belini doğrultamadı. Amerikalılar bu gibi durumları anlatmak için "Topal ördek" tâbirini (Lame Duck) kullanıyorlar; futbolumuz şimdi bir topal ördektir.

Eh şu anda lig başladı, galiba maçlar da oynanıyor fakat nerede evvelki sezonların dedikodusu, kavgaları, rekabeti, ezeli rakiplerin birbirine takılmaları; nerede maç sonrası televizyonlarda yorumcu Türk büyüklerinin birbirlerine sallasırt lâf yağdırmaları?

O ambiyans bitti azizim, kayboldu (Ambiyans lâfını, hem İngilizce olduğu, hem de havalı, hem de entelektüel çağrışımlarından ötürü tercih ettim; hassas okuyucular kaleme sarılıp ağzıma biber sürebilirler yani!). Evet, ambiyans kayboldu. Garibim federasyon enkazı kaldırmak için belediyelerden ve resmi kurumlardan ödünç aldığı iş makinalarını üç vardiya çalıştırıyor ama randıman zayıf. Kaçıncı haftaya gelmişiz, daha herhangi bir maçı baştan sona seyretmedim, özetlerine, hatta puan cetveline bile bakmıyorum.

Derken geçenlerde Almanya'yla milli maç var dediler. İlk devresini seyredip yatmayı tercih ettim; iki sebepten dolayı: İlki, üstün futbol bilgimi kullanarak maçı analiz edip sonucunu görerek, "Bizimkiler yoruldu, tek atımlık fişekleri de tükendi, bunlar ikinci yarı bizi ortada sıçan yaparlar" kehânetim aynen çıktı. İkincisi ise "Milli takım"ı tutmak için içimde herhangi bir kıpırtının, arzunun kalmamış olması.

Nasıl olur; insan öz be öz yerli ve milli takımı tutmaz mı? Vallahi yaşlandığımdan mıdır nedir, yoksa beynimin hamasî duygular üreten lobunda hücrelerin giderek azalmasından mıdır bilmiyorum, eski duygularımı yerinde bulamıyorum. Bu semptom, Mehmet Aurelio'nun (Vatandaşımızın adını bile öğrenemedik yani!) milli takıma seçilip sırtına ayyıldızlı formayı geçireli beri sıdkım sıyrıldı. "Yahu Aurelio'yu milli takıma koyacağıma on kişi oynar, her maç rakipten beş gol yerim, yine eyvallah etmem" diye kendi kendime homurdanıp durmuştum. Ne kadar yanlış düşündüğüm Almanya maçında ortaya çıktı. Aurelio yine sahadaydı ve dediklerine göre sahanın en iyisiymiş; gerisini siz hesap ediniz, benim işim çıktı, biraz dolaşıp geleceğim.

Yenmişler, yenilmişler, elemişler, elenmişler artık hiç umursamıyorum; hatta Hiddink'e bile öfkelenmiyorum. Bize müstehaktır diye düşünmeye başladım. Futbol basınımızın başarıya kilitlenmiş beylik yorumlarından bana artık sıkıntı geldi. Yenersen iyi, yenilirsen kötü. Oysa ki yenilmek bile yerine göre heyecan ve keyif verici bir sonuç olabilir. Meselâ, geçen sene GS'ı tutarken birbiri ardına gelen kötü sonuçlara hiç esef etmedim desem yeridir. Her maçtan sonra daha ne kadar kötü futbol oynayabileceklerini merak ediyordum meselâ; küme düşerler miydi? Bir alt ligde oynamak, hem takıma hem BankAsya ligine ayrı bir heyecan tufanı getirmez miydi? Bütün yabancıları elden çıkarıp asgari ücrete razı genç çocuklarla (elbette Cevat Hoca'nın yönetiminde) yola devam edilse daha iyi olmaz mıydı?

Hayli zamandan beridir başarının kendi başına hiçbir anlamı olmadığını düşünmeye başladım; onun yanına güzel şeyler, (yani rakibe, emeğe saygı duymak, iyi oyunu alkışlamak, kötü oyunu değil gayretsizliği eleştirmek, yenilgiyi hazmetmesini öğrenmek gibi şeyler) katmadıktan sonra şampiyon veya ikinci olmanın ne anlamı olabilirdi ki?

Çok amatörce ve çocukça düşündüğümün farkındayım; hiç önemli değil. Artık milli takım başta olmak üzere futbol takımı tutmuyor, futbolla ilgilenmiyorum. Durumu kurtarmak için çaresizce hamle üstüne hamle yaparken çam üstüne çam deviren futbol federasyonunun durumuna gülmek bile gelmiyor içimden. Seyircisiz oynanması gereken maçı, sadece çocukları ve kadınları bedavadan seyrettirmek böyle bir şeydi mesela... Futbol basınımız zevkten mest oldu, övgüler yağdırdı. Ben ise erkeklerin niçin cezalandırıldığını düşündüm. Pozitif ayrımcılığın bu kadarı fazla değil miydi? Erkek seyirciler futbolun Erol Taş'ı ise, bu kaba-saba ağzıbozuk adamların diğer maçları seyretmelerine niçin göz yumuluyordu?

Hoşnudum, memnunum

Futbolun nikelâjı pas tuttu efendiler, kaportası çizildi, havası kayboldu. Şike soruşturmasını doğru yönetemediler; önce örtbas etmeye, yok saymaya, "Yok daha neler" gibi değerlendirmelerle basitleştirmeye çabaladılar tutmadı. Ardından erteleme yok, erteleme var kararsızlıkları; onun ardından şapkadan play off çıkarma hünerbazlıkları, maçların hafta içine yayılması derken işin tadı, heyecanı, tuzu-biberi kayboldu. Amatör maçlarla ilgileneyim, Sultantepespor'u izleyeyim dedim; gözüm kesmedi. Şimdi "Maç" denince cinleri tepesine çıkıp sinirlenen veya uzay fiziğinden bahsediliyormuşçasına meseleye ilgisiz ve soğuk bakan evhanımlarının hâletine büründüm. İyi oldu, hâlimden şikâyetçi değilim.

Hoşnudum, memnunum; "Ah keşke hiç olmasaydı" filan da demiyorum. Yıllarca futbolun bir oyun olduğunu, oyunu ciddiye almak, kurallarına uygun davranmak gerektiğini yazdım, aldırış etmediler. Futbol endüstrisinden geçinen herkesi, uğraştıkları işin ne idüğü hakkında bir kere daha düşünmeye davet ediyor, "Sezâdır, akıllarını başlarına alsınlar" diyorum.


Kaynak (Arşiv)