Futbol endüstrisinin ahlâkı var mı?
Bu âlemde kimse boşuna konuşmuyor, hiç kimse bir mahalle bıçkınının saf heyecanı ve öfkesiyle birbirine hakaret etmiyor. İşler birdenbire çığırından çıkmış değil, emin olmalıyız ki herşey kontrol altında ve muhtemelen "iyi eğitim" görmüş endüstri tasarımcıları tarafından yönetilmektedir.
"Sırrı kim len? Sırrı denen hödüğü oraya çıkarmanın sırrı ne len? (...) Nah konuşursun! Maçan yiyorsa Oğuz'un karşısına geçip konuşsana."
...
Okuyucularımdan özür dilerim; bu üslûp hem Aksiyon dergisi, hem bu sütunlar için hiç de alışıldık değildir. Geçen hafta yayınlanan günlük gazetelerin birinde yayınlanan bir köşe yazısından aldığım bu sözler, yılların gazetecisi Savaş Ay'a ait. Savaş Ay bu sözleri, Star televizyonunda önceki pazar günü yayınlanan bir "horoz dövüşü" programında cereyan eden seviyesizliği eleştirmek için sarfediyor.
Güyâ! Nerdeyse ilgili şahısları bir dövmediği kalmış...
Kasımpaşa ağzı günün yükselen eğilimi olabilir ama yine de yerinde, yani Kasımpaşa sokaklarında kalsa iyi olacak.
"Aferin çocuklar bugün iyi küfürleştiniz!"
Televizyonlardaki futbol tartışma programlarına musallat olan bu seviyesizlik üslubu yeni sayılmaz. Nice zamandır aynı programa tartışmacı olarak katıldıkları ve aynı televizyondan maaş aldıkları halde günün birinde işi birbirlerine canlı yayında hakaret etmeye kadar vardıran sözde futbol adamları, programlarına seyirci çekmek için evvela masum kayıkçı dövüşü tarzında tartışırken artık birbirlerinin aile hayatlarına ve mahremiyetlerine dil uzatır hale geldiler. Mesele o raddelere taşındı ki Hıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu, futbol düşüncesinde ve tartışmasında seviyeyi temsil eden "90 Dakika" programı esnasında, kavganın ilgi görmesinden yakınarak, "bizim başımız kel mi; onlardan ne eksiğimiz var" lâtifesiyle de olsa birbirlerinin boğazına sarıldılar.
Daha önceki haftalarda ağızların ne kadar bozulacağı belli olmuş, futbol programlarına teknik danışman olarak istihdam edilen iki eski hakem birbirlerinin gıyabında ve gazete sütunlarında demediklerini bırakmamışlardı. Aslında bu iki eski hakemin gündemde kalmak ve birbirlerinin piyasa payını kapmak için bile isteye seviyesiz bir rekabete giriştikleri belli oluyordu; her ikisi de katıldıkları programlarda bozuk bir ağızla argo benzetmeler yapıyorlar ve sadece stüdyo sınırları içinde câri olduğu anlaşılan kabadayıca tavırlarla kimi zaman futbolcuları, kimi zaman hakemleri ve teknik adamları eleştiriyor ve ortalıkta ciddi bir şey yokken bir kaşık suda fırtına koparıyorlardı.
Geçen hafta yaşananlar, meselenin sportif yönünü de aşarak bir medyatik taciz boyutlarına ulaştı. Star televizyonundaki pazar programına Fenerbahçe'nin eski çalıştırıcısı Lorant'ın şoförü katılmış ve spor camiasını derin şaşkınlıklara uğratan iddialar ortaya atmıştı. Bu iddialar arasında bazı futbol yazarlarının, hatta yayın grubunun Fenerbahçe kulübünden rüşvet aldıkları bile vardı. Yazının başındaki argo lâflar, bu olay üzerine sarfedilmiş bulunuyor.
Hâsılı kelâm, basın dünyamıza maç günleri yetmiyor; spordan beslenen endüstri sade sportif hadiselerle yetinemeyecek kadar büyüdü; endüstrinin bütün zamanları kaplaması ve daha fazla ciro yapması gerekiyor. Bu âlemde kimse boşuna konuşmuyor, hiç kimse bir mahalle bıçkınının saf heyecanı ve öfkesiyle birbirine hakaret etmiyor. İşler birdenbire çığırından çıkmış değil, emin olmalıyız ki herşey kontrol altında ve muhtemelen "iyi eğitim" görmüş endüstri tasarımcıları tarafından yönetilmektedir.
"Güzel, şimdi de birbirinize
tokat atın bakalım çocuklar"
Burada asıl tartışılması gereken mesele, sporun ve spor endüstrisinin kendisini hayatın yerine ikame etmesine ne kadar müsaade veya tahammül gösterebileceğimizdir.
Spor hayatın yerine ikame edilebilecek ölçüde büyük ve sahici değil; spor müsabakaları ne kadar heyecan verici ve tartışılır olursa olsun kurgulanmış birer oyundan ibaret ve unutulmamalı ki hiçbir maç son maç değildir. Spor endüstrisi yıl boyunca neredeyse hiç kesintiye uğramaksızın sürüp gidiyor, şampiyonluklar, kupalar birbirini kovalıyor. Bu yoğun tempoya aldanan pek çok insan için spor, hayatın gerçekte ihtiva etmesi gereken bütün alanları kaplayabilir. Yapılan ve yapılmakta olan da aslında bu. Sporu hayatın ta kendisi zanneden bir tüketici kitle, spor endüstrisinin tartışmasız vazgeçilmezidir. Standart bir Türk gazetesinin sayfa itibariyle beşte ikisini spora ayırması çok sportif bir toplum olduğumuzu göstermiyor.
Bugünün modası Kasımpaşa ağzıyla futbol raconu kesmek olabilir; yarın üslup değişecektir; küfürbazlar gidecek, belki centilmenler devri başlayacaktır ama ihtiyaç duyulduğunda televizyon canlı yayınlarında futbol yorumcularının birbiriyle güreştirilmesine bile ihtimâl dahilinde bakılmalı. Herkes bir spor ahlâkından bahsedip duruyor; endüstriye konu teşkil eden bir şeyin tek ahlâki kriteri verimlilik ve kârzarar hesabıdır.
YERİ GELMİŞKEN 1:
FUTBOL EDEBİYATININ ARİSTOKRATI: AHMET SELİM
Son aylarda Zaman Gazetesi'nin spor sayfalarında yeni ve çok dikkate değer bir spor edebiyatı örneği sunulmaya başlandı. Yakın dönemlere kadar sadece siyaset üzerine kaleme aldığı köşe yazılarıyla bilinen Ahmet Selim, futbol edebiyatında ağırbaşlı, ince fikirli, insânî duyarlığı yüksek ve nezih üslûbuyla yeni bir çığır açtı. Türk futbol yazarlarının teşkil ettiği standart ortalamaya göre Ahmet Selim'in sergilediği bakış açısı ve üslûbu, mukayese edilmesi haksızlık derecesinde bir seviye, hattâ aristokratik bir hassasiyet teşkil ediyor. Türk futbol tarihine ismini başarılarıyla yazdırmış nice eski futbolcu, hakem ve işi gücü futbol yazmaktan ibaret gazetecilerin arasında Ahmet Selim, İstanbul'u içerden tanımanın verdiği tecrübe kıdemiyle ve pırıltılı Türkçesiyle fark yaratıyor.
İş benim reyime kalsa, "2002 yılının en başarılı futbol yazarı kimdir" anketi için Ahmet Selim'i tek başına aday gösterirdim. Bu arada, standart spor sayfası okuyucusunun yadırgama ihtimâlini göğüsleyerek sütunlarını Ahmet Selim'e açan spor editörlerini de kutlamak lâzım; Zaman Gazetesi'nin yeni yayın dönemine spor sayfaları da farklı üslubu ile katkıda bulunmaya başladı.
Üslûp ve usul bazen esastan daha önde gelir. Hayatın hızlı akışı ve telâşı içinde insanı ıskalamayan, ona lâyık olduğu ölçüde önem veren yayıncılık anlayışı, tiraj rekorları kırmasa bile daima kıymet ve itibarını koruyacaktır.
Tebrikler!
YERİ GELMİŞKEN 2:
BEĞENDİĞİM FUTBOL YAZARLARI
Söz futbol edebiyatından açılmışken basında beğendiğim ve yazılarını zevkle okuduğum müstesnâ yazarlardan da bahsetmeliyim: Ahmet Selim'i at yarışçılarının tâbiriyle "tek geçiyorum". Hıncal Uluç, birtakım alt yapı zaaflarına rağmen sadece futbol değil sporun pek çok branşında yazdığını okutabilen usta bir kalem. Haşmet Babaoğlu ise, "90 Dakika" programındaki "size çok önemli bir şey söyleyim mi" girizgâhıyla başlayan yorumlarıyla hoşuma gidiyor. Taraftar kimliğini gizlemediği halde bu kadar güvenilirlik kazanan kaç kişi vardır ki? Yılların ustası Doğan Koloğlu'yu anmadan geçemem; onun teknik analizleri daima dikkatimi çekmiş ve yazılarını zevkle okumuşumdur. Genç kuşaktan ise Radikal gazetesinden Tanıl Bora'yı beğeniyorum; özellikle Anadolu takımlarını önemseyen ve meseleyi "sair takımlar"ın açısından göstermeyi deneyen yazılarında farklı lezzetler bulunuyor.