Formül
Yeni Hayat’da yazmaya başlarken, Zaman’da olduğu gibi gündem ve gündelik politika dışında konularla, okuyucuya bir hafta sonu olsun nefes aldırıp gülümsetmek arzusundayım. Aşağıda okumak külfetine katlanacağınız yazı her ne kadar siyasetle ilgili görünüyorsa da, biraz sabredebilirseniz sizi eğlendireceğimi vaad ediyorum.
Akademisyenler niçin devlet adamı olmamalıdır?
Sayın başbakanımız Ahmet Davutoğlu, bildiğiniz gibi akademisyendi ve uzun yıllar iktidara stratejik konularda danışmanlık yaparak siyasetin kenarında durdu. Sonra Dışişleri Bakanlığı’na getirildi ve Türkiye’nin Ortadoğu, özellikle Suriye politikalarına yön veren adam olarak öne çıktı. Kendisi ve iktidar taraftarları pek hatırlamak istemese de bugün Türkiye’de 2,5 milyondan fazla Suriyeli göçmeni zoraki misafir etmemize, güneydoğu sınırlarımızın kevgire dönmesine ve Kilis’e habire birilerinin roket yağdırmasına yol açan stratejik ve diplomatik manevralar hep onun imzasını taşıyor. Eğer dış politikada başarısızlık diye bir kavram varsa bu kavrama verilebilecek en iyi örnek Sayın Davutoğlu’nun Suriye hakkındaki öngörüleridir.
Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli ‘efsânevi’ kitabından birkaç sayfa karıştıranlar, onun Lord Curzon, Churchill, De Gaulle, Roosevelt ve Henry Kissinger’den sonra diplomasi dünyasında hızla yükselen parlak bir yıldız olduğuna hükmedebilirlerdi. Bu tatlı illüzyon, Davutoğlu’nun aktif siyasi kariyeriyle birlikte dramatik bir hayal kırıklığına dönüştü.
Bugünlerde sosyal medyada dolaşan bir gazete kupürü, Sayın Davutoğlu’nun dış politikayı nasıl kavrayıp stratejik hedefler çizdiğine dair çok zihin açıcı bir örnek teşkil ediyor. 1997 yılında Yeni Şafak gazetesindeki köşesinden alınan şu satırları şimdi hep birlikte okuyalım:
A+b, eşittir : Booom!
“Bir ülkenin gücü değişik şekillerde tanımlanabilir. Klasik ve teknik bir tanımlama yapmak istenirse, sabit verileri (SV) tarih (t) coğrafya (c) ve nüfus (n) olarak, potansiyel verileri (PV) ekonomik kapasite (e), teknolojik kapasite (tk) ve askeri kapasite (a) olarak tanımlarsak bir ülkenin gücünü şu formülle gösterebiliriz: G=(SV+PV) X (SPXSİ). Bu formülde SP stratejik planlamaya, Sİ siyasi iradeye tekabül etmektedir. SV=t+c+n ve PV=e+tk+a olduğu için formülün açılımı G={(t+c+n)=(e+tk+a)} X (SPXSİ) şeklindedir.”
Formüller, ‘genel geçer’ ve evrensel özellik taşırlar, öyleyse biz de bir an için, bu dâhiyane formülü duvara toslayan Suriye meselesine uygulayalım ve nelerin yanlış gittiğine göz atalım.
Davutoğlu’nun güç formülü şöyleydi: Ülke ve devlet olarak gücümüzü bulmak ve ölçmek için naapıyoruz? Önce sabit verileri ele alıyoruz. Sabit veriler (yani SV), tarih+coğrafya+nüfusun toplamıyla birlikte potansiyel verilerin (PV) bir araya getirilmesinden oluşmaktadır. Peki, PV’nin, yani potansiyel verilerin içinde ne var?
Son derece basit, üstad formülü vermiş zaten: PV= e+tk+a. Yani ekonomik kapasite, artı teknolojik kapasite, artı askeri kapasite…
Sabit ve potansiyel verileri topluyoruz, toplam ülke gücümüz ortaya çıkıyor; bunların toplamını siyasi potansiyelimizle siyasi istikrarımızla, pardon siyasi irademizle çarpınca nooluyor?
Booom! … Kafanız karıştı ve hiçbir şey anlamadınız değil mi; zaten bu güzelim formülün neticede güme gidip sosyal medyaya kakara-kikiri malzemesi olmasının başlıca sebebi şu basit formülü bile olsun anlamayacak kadar matematik zekâsından ve stratejik akıl yürütmekten piyade kalışımızdır. Basit seviyede matematik mantığınız olsaydı (tıpkı benim gibi!) o’saat olayı çözerdiniz. Okul günlerinden kalma bir aksiyomu tekrar hatırlatmam gerekiyor: Bir formül asla yanlış olamaz; eğer problemi çözemiyor veya yanlış sonuca varıyorsanız formülü kuran dehâdan şüphe etmek kimsenin aklına gelmez; yanlış sizdedir; nitekim az sonra ben de size kendime göre bir memleket kurtarma formülü takdim edeceğim bizzat.
Suriye’nin haritadaki yeri yanlış olmasaydı, görürdü gününü…
Ahmet Hoca’nın formülü mükemmel; bağıntılar kusursuz, elemanlar büyük bir ustalıkla analiz edilmiş. Kabahat, Nasreddin Hoca’nın göle maya çalması gibi sadece harflerle ifade edilen sosyal kavram ve olguların sayıya dönüştürülmesindeki öngörülemezlikte.
Örnek veriyorum: t, tarih demekti; peki, kaç birim tarih, ne kadar, kaç kilo, kaç metre, kaç zafer, kaç mağlubiyet, kaç yıl? Belli değil. Hoca burada ‘tarih’ derken neye imâda bulunuyor? Tarihimizin şan, şeref ve zaferlerle dolu oluşunu denkleme küüt diye yerleştiriyor. O tarih ki sayıya gelmez; bir ruh halidir o, bir ürperiştir, bir vecddir, hatta biraz da gazdır; “Hadi aslanım, yürü yiğidim, ya şehit ol ya gazi, ölmek var dönmek yok, ecdat bu vatanı bize nasıl emanet ettiyseee…” gibi elementlerin bir araya geldiği gaz halinde bir bileşimidir. Denklemin kötü sonuç vermesinin başlıca sebebi, olgudan ziyade duygunun hesaba konulmasıdır bana göre.
(c), Yani coğrafya daha ölçülebilir bir kavram tarihe göre. Hoca burada 778 bin küsur km2’den bahsetmiyor tabii, Türkiye’nin jeopolitik öneminden ve son derece alengirli komşulara sahip olmasına yollamada bulunuyor; nitekim bu denklemin Suriye krizinde hava kaçırmasının küçük bir sebebi var: Suriye ile güney komşusu olmamız! Hiç şüpheniz olmasın ki Suriye, yer itibariyle Orta Afrika dolaylarında veya Pasifik okyanusunda olsaydı biz çoktan muhalifleri destekleyerek Suriye’ye demokrasiyi getirmiş ve Esat’ı devirmiştik bile!
Üzüm salkımı modeli aile tipine geçseydik…
Moralimizi bozmuyor, devam ediyoruz: Nüfus! Evet, nüfusumuzla daima övünmüşüzdür ve eksi bakiye veren moruklamış Avrupa’ya göre nüfusumuzun maşallahı bulunuyor. Hele bir de üçüne-beşine bakmayıp çekirdek aile modelinden üzüm salkımı modeli aile tipine geçmiş olsaydık bugün Çin’i ile geçmiştik!
Bir de nüfusumuza adam gibi eğitim ve iş imkânı sağlayabilsek yok mu, kimse bileğimizi bükemeyecek ama hep o nüfus kontrolü ihanetini çıkaran şerefsizlerin desisesidir bu… Ve fakat yine de nüfus itibariyle Suriye’den, Gürcistan’dan Yunanistan’dan filan iyi durumdayız. Net!
Ekonomik kapasitemize geliyorum: Kapasitemiz fena değil, ümit vadediyor ama ekonomi bir gün iyi bir gün kötü. Aslında para olsa ekonomiyi düzeltmek zor değil ama yokluğun gözü kör olsun…
Geriye kalıyor siyasi irade! Yoo, siyasi irademize kimse söz söyleyemez! Bizdeki siyasi irade muazzam. Hele bunun bir de milli irade ile âhenk içinde olduğunu düşünün; formülü filan da gerek yok. Şöyle imâlı imâlı sertçe öksürsek, Suriye’de Esat korkudan tebdilini şaşırır, Rusya’ya kaçar canını kurtarırdı da…
E, niye kaçmadı peki, niye devrilmedi? Hani iki haftada Şam’da Cuma namazı kılacak, Emeviye Camii minberinde kılıçla hutbe verecektik? Nooldu?
Sert öksürük teorisi!
Aynen şöyle oldu: Davutoğlu, formülünü dönemin başbakanına götürdü. Dönemin başbakanı birkaç kere okuduysa da bir şey anlamadığı için, ‘Tamam iyi olmuş, fıstık gibi formül, şöyle sıkı bir öksürürsek Esat, ferri yefirru firâren deyip kaçacak anladığım kadarıyla’ dedi ve bizimkiler öksürük gücümüze, tarihi gaz stoklarımıza, nüfusu artırma yolundaki şevkimize ve ekonomimizin bir gün iyi olabilme ihtimâline güvenerek Suriye’nin içişlerine müdahale ettiler.
Kağıt üstünde her şey mükemmeldi ancak son anda minik bir teknik arıza ortaya çıktı.
Öksürmesine gayet sert öksürüyorduk ama öksürme irademiz, nefes borusu nâhiyesinde korkutucu bir sayhâya dönüşüp top gibi gürlemek yerine, inlemeyle ağlama karışımı cılız bir cayırtı şekline tezahür ediyordu; bu yüzden Esat ne kadar kararlı olduğumuzu anlamadı ve dayılandı.
Burun bükmeyin hemen; benim bir türlü gümbürdemeyen öksürük teorimle Davutoğlu’nun yukardaki formülü arasında bilimsel yaklaşım bakımından öyle aman aman bir bilimsel fark bulunmuyor: İkisi de sosyal bilim denilen birikime eşit derecede uzak!
Gökte yıldız ararken…
Tam bu satırları kaleme alırken Davutoğlu’nun parti içindeki otoritesini sıfırlayan bir politik manevra vuku buldu; anlaşıldığı kadarıyla yakın bir tarihte Davutoğlu başbakanlığa veda edecek ve tahminen kürsüsüne dönüp, ‘formülün neresinde hata yaptım?’ diye kendini didikleyecek.
Onu zahmetten kurtarmak için formülü ıslah etmeye karar verdim. Formülün küçük bir eksiği var: Basiret, uzak görüşlülük ve akıl çarpanı eksik!
Eskilerin, “Terzi söküğünü dikemez” diye bir sözü vardı; Ahmet hoca strateji ilmindeki mütebahhiresini, biraz da kendi hâlinin encâmı için çalıştırsaydı, en azından Türkiye’yi cihan imparatorluğu yapamasa bile bu durumlara düşmezdi diye düşünmekteyim şimdi.