Filistinli ve İsrailli Sâlihler; iş başına!

Farklı yaratıldık ama aynı hamurdanız. Aynı coğrafyaları, aynı tabii ve iktisadi kaynakları bir arada paylaşmaya mecburuz. Barışın savaştan daha zor tesis edilebildiği ve daha pahalıya geldiği bir siyasi iklimde yaşıyoruz. Bu bizim imtihan sebebimiz

İsrail, işgal ettiği Filistin topraklarında sivil ahaliyi kendi evlerini başına yıkmak suretiyle sindiriyor; kadın, çocuk demeden Filistin kaynaklı terörün köküne inmek bahanesiyle insanlık suçu işliyor. Olup bitenler, sadece bugünün veya son yüzyılın bilgileri çerçevesinde anlaşılamaz bir nitelik gösteriyor. Nitekim Kur'an'da İsrailoğulları ile ilgili bütün âyetleri kendi muvacehesinde bir bütünlük içinde okuyup tefekkür ve tezekkür etmeden şu olup bitenlere mânâ vermek eksik kalır. İnsanın kanını donduran bir pervasızlık ve kararlılıkla işledikleri toplu cinayetlerde, muharref Tevrat'tın çok yerinde hayalgücünü zorlayan bir parlaklıkla tasvir edilen kıtal manzaralarından ilhamlar var. Öyle bir zan içindeyim ki İsrailoğulları'nın yaşayan nesli, muharref Tevrat'ın ahkâmı ile Kur'an'ın ahkâmını İsrailoğulları anafikrinde çılgınca bir cehd ile boy ölçüştürmeye kalkışmaktadırlar.

Ve şüphesiz Allah va'dinde sâdıktır!

İsrail ilginç bir devlet; batı medeniyeti dairesinde kabul görmesine rağmen laiklik standartında batılı kamu yönetimlerinden ayrılıyor; İsrail'de "din ve devlet", bizim havsalamızdan geçmeyecek derecede içiçe geçmiş durumda. Elli senelik bir devlet tecrübesine sahip olan bu toplum, başta ABD olmak üzere İsrail dışında yaşayan Musevilerin büyük çoğunluğundan aktif destek görerek ayakta durabiliyor; askeri, iktisadi, teknolojik ve diplomatik planda bu desteğin kesildiği an İsrail'in büyük bir krize yuvarlanması kaçınılmazdır. İsrail, tarihle dinin içeçe girdiği esatiri bir rüyanın hakikate dönüşmesi ile kuruldu. Onun temelinde bir kitap var: Tevrat. Kitabi meşruiyet geriye çekildiğinde İsrail'in Ortadoğu coğrafyasındaki varlığı da anlamını kaybeder.

Filistin'de cereyan eden şiddet sahneleri bütün dünyada geniş yankı buluyor ancak İsrail'e yönelik bir müeyyide uygulandığına şahit olmuyoruz. Türk kamuoyunda bu hadiseler ilk planda İsrail aleyhtarlığı veya Yahudi düşmanlığı gittikçe yayılıyormuş gibi bir intiba uyandırıyor. Halbuki durum bambaşka: Sırplar, Bosna—Hersek'te toplu kıyıma kalkıştıklarında buna benzer bir tepki göstermiştik fakat kimse bu toplumsal tavrı bir Sırp aleyhtarlığına dönüştürmeye kalkışmadı. İşte bu yüzden Anti Semitizm veya Yahudi aleyhtarlığı, İslâm'ın ve İslâm kültürünün besleyip desteklediği bir davranış biçimi değildir. Biz evlatlarımıza Yahudilere düşman olmaları için terbiye vermeyiz. İslâm'ın Müslüman olmayan "inananlar" hakkındaki hükmü ne kadar zariftir: "Şüphesiz inananlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiîler(den) Allah'a ve ahiret gününe inanan ve salih amel işleyenlere Rableri katında mükafat vardır". Tek başına bu âyet bile (Bakara: 62) Müslümanlara, kendi dairesi dışında kalanlara karşı anlamı çok geniş bir vesâyet hissi vermektedir. Müslümanlığın tabii rakîbi ve muhasımı İsrailoğulları veya sair gayrimüslimler değil, bilakis ehl—i küfr ve şirktir. Biz Filistin'de olup bitenlere insani bir nokta—i nazardan bakarak tepki gösteriyoruz; tepkimizin ardında, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bir kindarlık yok.

Filistin topraklarının her üç vahiy dininde mukaddes addedilmesinde şüphesiz derin hikmetler var; belki de bu üç dine mensup olanların birbirine yakınlaşmasını ve birbirini anlamasını teşvik eden bir nüktedir bu. Sadece savaşla değil, barışla da imtihan ediliyoruz çünkü. Böyle bir nükteden salhânelere yaraşır vahşet tabloları çıkarmak ise galiba imtihan edildiğimiz daha esaslı bir nükte olsa gerektir. Osmanlı hikmet—i hükûmetinin Filistin'i ve hususen Kudüs—ü Şerif'i "usûlet ve suhûlet"le idare etmesi işte burada farklı bir değer kazanıyor: Zira Osmanlılar Bakara Sûresi'nin 62. âyetinin kapsamına âgâh kamu idarecileri idiler.

Batı dünyasının İsrail'i çok çok "bu kadar yaramazlık yapma çocuğum" tavrıyla izlemesinde, Hıristiyan dünyasının "Ahd—i Atik"le "Ahd—i Cedid"i yani Tevrat ile dört İncil'i aynı kapak altında birlikte ciltlemesinin büyük payı var; anlaşılmaz derecede hoşgörü veya anlaşılmaz derecede nefret! İsrailoğulları'nın II. Dünya Savaşı esnasında Almanya'da, Polonya'da ve Fransa'da yaşayan nesilleri tarihin nadiren şahit olduğu bir mezalime maruz kaldılar; öyle ki bu büyük mezalim gerçekleşmemiş olsaydı, belki de İngiltere ve ABD, Filistin toprakları üzerinde bir İsrail devleti kurmak için yeterli kamuoyu desteğini bulamayacaklardı. İsrail devleti kurulmakla kalmadı, İsrailoğulları, son yarım asrı Nazi zulmüne mâruz kalmışlığın doğurduğu haklı sempati hissini acımasızca sömürerek geçirdiler. Naziler, tarihte Bâbil Krallarının ve Firavun'un İsrailoğulları kavmine yönelttiği tarihi kini canlandırmışlardı; aynı dünyanın Nazi'likten nefret eden kesimi ise bugün İsrailoğullarını son derece tehlikeli bir hoşgörü ile şımartıyorlar. Bu ifrat—tefrit gelgitinde İsrail'i yönetenler, kendi tarihlerinden istihrac ettikleri felsefeyi, cinayetle mağrur bir patolojinin meşruiyet kaynağına dönüştürdüler.

Filistinliler, neredeyse milli bir üslup haline getirdikleri terör eylemleri vasıtasıyla İsrail'e karşı bir siyasi mücadele verirken "araç ve amaç" ahenginde fazlaca itinalı davranmadılar. Özellikle İsrailli sivillere yönelik intihar veya suikast eylemleri Filistin meselesini dünya kamuoyu nezdinde itici bir görüntüye sokarken İsrail'in herşeyden aziz tuttuğu savunma refleksini de kontrolden çıkardı. Bu noktada Filistin siyasi aklı, devlet olmanın ağırlığından kaynaklanan bir basiret politikası izlemekle zaafa düştü. Filistin yönetimi, ne kadar Filistin çıkarlarıyla uyuştuğu çok su götürür şiddet örgütlerinin eylemlerine kimi zaman arka çıkmak, kimi zaman ise yarım ağızla da olsa kınamak zorunda kaldı. İsrail bu zaafiyetten istifade etti ve ediyor.

Filistin meselesi düne kadar siyasi bir meseleydi ama bugün İsrail pervasızlığı onu bir kan davası haline getirdi. İsrail ordusunun sivil yerleşim yerlerine karşı yürüttüğü sert imha hareketi, gücünü ve meşruiyetini araya kan girmiş olmasından alıyor. Kabul etmeliyiz ki bu küstahça bir tavırdır ve "dünyaya rağmen işini kendi gücünle gör" mantığı, barışı mütemadiyen bilinmeyen tarihlere doğru geriletiyor. İşte bu küstahlık ve inatlaşmadır ki dünyayı, ilk sebebi hatırlanmayan çılgın bir boğazlaşmaya götürebilir ve insanlığın II. Dünya Savaşında yaşadığı kasaphane manzaralarını bir daha tekrarlamayacak ölçüde akıllandığına dair hiç bir mâkul sebep gösterilemez. II. Dünya Savaşında batı medeniyeti en büyük kâbusunu gördü zira daha "ileri" bir dünya ve hayat tarzı kurmak için batı dünyasının geliştirdiği bütün fikri, felsefi, ilmi ve teknik birikim bir anda sıfıra indi. Dünyanın en "medeni" toplulukları birbirlerini hunharca boğazladı. Bugünün Avrupa Birliği, çok büyük ölçüde batı dünyasının II. Dünya Savaşı esnasında gördüğü kâbusun tekrarlanmaması için atılmış bir adımdır ve temelde "düşmanınla, ona zarar veremeyecek ve ondan zarar görmeyecek ölçüde yakınlaş" fikrinin telkin ettiği bir stratejik adımdır.

İsrail'i yönetenler, yaygın kanaatin aksine "Globalizm" çağında yaşadıklarına inanmıyorlar. Güçlü oldukları sürece güç kullanarak problem çözmeyi tercih ettikleri noktada global değerlere inançsızlık gösteriyorlar. "Böyle bir değer var mı ve varsa ne işe yarar?" suali ayrıca tartışılmaya değer ama neticede İsrail, kendi açısından uygun gördüğü kompozisyonda çıplak şiddet gösterilerinin caydırıcılığına sığınarak dünyanın uygun gördüğüyle değil, kendi bildiğiyle problem çözmeye kalkışıyor. İşte bu küstahlık, "Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık." (Maide/13) âyetiyle öngörülen tarih kategorisine ne kadar da denk düşüyor. Meseleyi siyaset biliminin verileriyle değerlendirmek, tarihi davranış kategorilerinin ihmâl edilmesi sebebiyle manzarayı bütün kemâliyle aydınlatmakta yetersiz kalıyor. İsrailoğulları'nı analiz ederken Tevrat yok farz edilemez, zira onlar asırlarca kitablarını vatan addederek dik durabilmiş bir tarihi toplumdur. Kitabî analizin yanlışlığı yine ancak kitâbi analizle farkedilebilir.

Kemal Tahir, "bazı toplumların yolu geçmişlerinden kesilir" mealinde bir cümle söylemişti. Karşılaştığımız şey, XX. yüzyılda mislini çokça gördüğümüz cinsten bir bölge ihtilâfından ibaret değil; izi, ancak muharref olsun olmasın, mukaddes metinlerin satır aralarında sürülebilecek bir cinsten meş'um bir fitne. Öyle bir fitne ki sadece birbirine amcaoğlu mesâbesinde yakın iki akraba kavmi, yani Araplarla ve İsrailoğullarını değil bütün dünyayı ilgilendiriyor. Tarihin doğurduğu ve beslediği problemlere, aynı nitelikteki araçlarla yaklaşmak işte bunun için vazgeçilemez bir önem taşıyor.

Bir arada yaşamak, —ki kavram batı dillerinde "coexistence" kavramıyla ifade ediliyor— insanlığın en büyük imtihan konularından biri. Farklı yaratıldık ama aynı hamurdanız. Aynı coğrafyaları, aynı tabii ve iktisadi kaynakları bir arada paylaşmaya mecburuz. Barışın savaştan daha zor tesis edilebildiği ve daha pahalıya geldiği bir siyasi iklimde yaşıyoruz. Bu bizim imtihan sebebimiz.

İnşaallah her iki tarafta da yazımın başında zikrettiğim âyet'le müjdelenen fikr—i selim sahipleri galebe ederler ve barış yeniden kalpleri yumuşatır. Duanın tam yeri!


Kaynak (Arşiv)