Fena halde beyaz
Başbakan’ın Birleşmiş Milletler Orman Forumu’nda yaptığı konuşma güzeldi; tek kusuru lüzumundan fazla güzel olmasıydı. Siyaset adamlarının ağzından bilgece sözler duyulduğunda ister istemez, “Samimi olabilir mi?” diye huzursuzlanıyorum.
O güzel sözü hatırlayalım: Bir Kızılderili bilge demiş ki: “Bütün ağaçlar kesildiğinde, bütün sular kirlendiğinde, hava solunamaz hale geldiğinde işte o zaman paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacaksınız.”
Kızılderililer –Kamçatka yarımadası tarikiyle uzaktan akraba oluşumuzdan mı nedir?- yiğit ve onurlu bir halktı. Kısa ve hikmetli konuşurlardı. Yaşlı bir Wintu kadını bakın neler söylemiş vaktiyle: “Beyazlar hiçbir zaman toprağa ya da geyiklere ya da ayılara aldırmadılar. Biz Kızılderililer bir hayvanı öldürdüğümüzde onun bütün etini yiyoruz, kökleri, ev yaptığımızda küçük çukurlar açıyoruz. Çekirgeler için otları yaktığımızda hiçbir şeyi mahvetmiyoruz. Meşe palamutlarını ve fıstıkları sallayarak düşürüyoruz. Ağaçları baltalayıp devirmiyoruz, sadece kurumuş ağaçları kullanıyoruz; ama beyazlar toprağı deşiyor, ağaçları söküyor, her şeyi öldürüyorlar. Ağaç diyor ki, ‘Yapma, acıyor, canımı yakma’ ama onu baltalayıp kesiyorlar. Toprağın ruhu onlardan nefret ediyor. Kızılderililer asla bir şeyin canını yakmaz, ama beyazlar her şeye zarar veriyorlar. Kaya diyor ki, ‘Yapma, canımı yakıyorsun’ ama beyazlar hiç umursamıyor; oysa beyaz adamın ona dokunduğu her yer acıyor!”
Kızılderililer’in “beyazlar” tarafından alçakça katledilme hikâyelerini okurken kendimizi hep Kızılderili hissederiz fakat bu hissî beraberliğimizin riyâkâr çehresini görelim; tabiata ve insana karşı davranışımız hiç de “yerli” filan değil, fena halde beyaz! En iyimiz bile namazında-niyazında, kul hakkı yemekten ürken, zekâtını fazlasıyla veren, velâkin “medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar” mevzubahs olduğunda tüketim kültüründe asırların üzerinden sıçrayarak tabiata, tabii olana uçan tekme atmaktan çekinmeyen bir “beyaz” değil midir aynı zamanda?
Günün birinde bir “Türkiye halkları”ndan bir bilge’nin çürümek üzere olan kokuşmuş cesedi andıran şehirlerimizi yüksek bir tepeden seyrederek şöyle hayıflanacağını duyar gibiyim sanki:
-Bu kadar fazla otomobil yapıp satmanın çıkar yol olmadığını bilmez değildiniz, üretilen son otomobil üretim şeridinde bir öncekinin tamponuna dayanıp makineler yersizlikten durana kadar ürettiniz; yollar doldu, insanlar yürümeyi bile unuttukları için evlerine dönemediler ve asfalt yollar üzerinde birbirlerini yediler. Bu kadar çok sayıda yüksek bina inşa etmemek gerektiğini bile bile şehirlerinizi betondan karınca yuvalarına döndürdünüz. Tabiat suratınıza tükürüp nimetlerini sizden esirgediğinde asansörleriniz durdu, evleriniz susuzluktan Kerbelâ’yı arattı, içinizde en şanslıları yaşlıları yüksek katlarda ölmeye terk edip yakınlardaki parkın plastik çimlerini kemirirken can verdi. Salgın hastalıklar lânet gibi çöktü üzerinize... On aylık hâmile develerin bile başıboş bırakıldığı kıyamet sahnesinde olduğu gibi analar evlâtlarını bile unuttuğunda paranın aslında yenilir bir şey olmadığını fark etmeniz size bir fayda vermedi!
Bu karamsar -ama pekâlâ gerçekçi- tasviri, daha vehham bir tabloyla iyice karartarak sözü bağlayalım. Franz Kafka’dan küçük bir fabl:
“Heyhat” dedi fare, “Dünya her gün biraz daha küçülüyor. Başlangıçta o kadar büyüktü ki korktum ve devamlı koştum, durdum ve nihayet sağda solda duvarlar görünce sevindim, fakat bu uzun duvarlar o kadar çabuk daraldı ki, şu anda son odadayım ve işte köşeye koşup girmek zorunda olduğum bir tuzak duruyor.”
“Sen sadece yönünü değiştirmelisin” diyerek kedi onu yedi.