Fatih'in torunları bir otobüse sığar mı?

Kutlamanın nasıl yapılacağından ziyade "kutlama" fikri üzerinde yoğunlaşmak lazım belki de. İstanbul'un her fetih yıldönümünde "kutlama" namına yapılan kitle ruhunu okşamaya yönelik gösteriler garibime gider, gözüme gülünç görünür. Lastik tekerlekli dingiller üzerine yerleştirilen birkaç iri balıkçı teknesini trafiğe kapatılmış kaymak gibi asfalt caddeler üstünde insan gücüyle çekerek "karada sefine yürütmek" 2000 yılının 29 Mayıs'ında olsa olsa sefil bir fikirdir ve en azından beş buçuk asırdan beri Hazreti Fatih'in bıraktığı yerde "gezindiğimiz" anlamına gelir; içe kapanma ve kendi üzerine kıvrılma haletinin tipik bir tezahürüdür bu. Fatih, beş buçuk asır evvelinin teknolojisini şaşırtıcı bir buluşla yokuşa sürmüştü; bu amfibik harekatın fetih üzerinde doğrudan tesiri bulunmadığını biliyoruz. Bizimkiler suru Haliç'ten değil Edirnekapı cihetinden yardılar. Gemileri karadan yürütmek anlamlı bir başarı değil, panik etkisi uyandırması hesaplanan bir güç gösterisidir. Bu amfibik gösteri Türk denizciliğinde bir merhale olarak gösterilemez. Türk denizciliği hiçbir zaman kıtalararası siyasi dengeleri etkileyecek bir güce erişemedi, ne dün ne de bugün! XVI. asırdaki kısa parlayışı abartmanın alemi yoktur. Kısa süreli Akdeniz kontrolü, yedeğinde bir Osmanlı ticaret filosu besleyecek takat ve zamanı asla bulamadı. Halbuki XVII. asırda İngilizler, dünya denizlerinde İspanyol bandırasını sukut ettirdikten sonra, sisli ve sevimsiz adalarını dünyanın kalpgahı haline getirmeye muvaffak oldular. Bildiğim kadarıyla ne İspanyol ne de İngilizlerin karadan gemi yürütmek gibi bir denizcilik keşifleri de mevcut değildir. Öyleyse?

Yine "kutlama" fikrine dönelim, muharebe değil merasim libasları içinde yirmi-otuz kişilik Yeniçeri kıtasına sur mazgalları üzerinde temsili fetih gösterisi yaptırmanın manası nedir; meselenin kaba ve incitici cihetini artık görebilmeliyiz: Niçin herhangi bir hadisenin gözle görülmeden de anlaşılabileceğini düşünmüyoruz. Gözle görmek imanın en zayıf ve en son şubesidir. Mukaddes kitapları bir de böyle okumalı; "bize mucize göstermezsen getirdiğin habere inanmayız" diye direten toplulukların hikayesinde altı çizilen nedir? Bir "haber" önce ve daima soyut bir muhteva taşır; insan zihni soyutu somutlaştırabilir, akıl diye bir meleke vardır çünkü; akli melekelerini kullanmaktansa ille de gözle görmeyi tercih etmek, kabul etmeliyiz ki iptidai bir kategoridir. "Bu millet gözüyle birebir görmedikçe, bu başarının nasıl bir şey olduğunu zihninde canlandıramaz" hesabı ise "yönetici akıl feraseti" olarak yıllardan beri bu topluma köylü muamelesi reva görmektedir. Doğrusu yöneticilerimizin köylü kaldığı halde bizim onları çoktandır geçtiğimiz noktasında biraz mütereddidim!

Maraş'ın kurtuluş törenlerinde de aynı mantığın sergilendiği kaba-saba temsili gösterileri hatırlayacaksınız: Traktörün çektiği römork üstüne yerleştirilmiş tenekeden kale maketi; ancak uzun sakal favorileriyle müstevli olduğunu kestirebildiğimiz Fransız askerleri, onları kovan milli kuvvetler ve milli iffeti temsil eden çarşaflı bir kız. Boyutlar belki gereğinden fazla minyatürize edilmiş; ama dikkat, hadisenin bütün unsurları bire bir aynı: Ne bir soyutlama endişesi, ne de meseleye sanat boyu ilave eden bir estetik gayret.

Kutlama fikri üzerinde yeniden yoğunlaşmaktan kastım bu. Her yıl müteaddid kereler irili-ufaklı kutlama törenleri yapılıyor, milli bayramlar, işgalden kurtuluş merasimleri düzenleniyor, hepsinde aynı derecede estetiksizlik ve zevk düşkünlüğünü görmek mümkün. Niçin bizim bütün milli bayramlarımız halkın eğlenmesinden ziyade resmi zevatın takdis ve tebrik edilmesi nüktesi üzerine kurgulanmaktadır; niçin bu törenlerde ahali, emniyet güçlerinin kordonu ardında meseleyi seyreden bir seyirci mevkiindedir? Artık baygınlık verecek derecede bayatlamış şiirler, dinledikten sonra zihinde bir cümlelik tortu bile bırakmayan nutuklar... Ertesi gün gazeteler, filanca bayram coşku içinde kutlandı diye yazar; ne kadar doğru olduğunu ise hepimiz biliriz.

Bundan on sene kadar önce İngilizlerin BBC televizyonu, bir milli bayramda icra edilen temsili "karaya ayak basma" törenini ele dolayıp bizi aleme rezil etmişti de bizimkiler gık bile diyememişlerdi; zira bizde adettir; tenkidi yapan frenk ise, ilk elde fark edilmiyorsa bile mutlaka bir isabet payı vardır, aynı tenkidi içimizden biri dile getirirse ya kırk satırlıktır ya da kırk katırlık!

Eğri oturup doğru konuşalım; İstanbul'u II. Mehmed fethetti; ama biz bugün İstanbul'a işgalci gibi davranıyoruz. Bir fiziki bütün olarak 10 küsur milyonluk İstanbul şehrinin heyet-i umumiyesinin teşkil ettiği mana, "şehir ve medeniyet" fikrine karşı ağır hakaretten ibarettir! Fatih'in torunları" neredeler? Fikir, sanat, siyaset ve marifet sahnında Fatih'in gerçekten varisi sayılabilecek bir otobüs dolusu güzide çıkar mı bugün İstanbul'dan?

Neyse ki İstanbul "Cihanyandı Neriman" gibi kendi güzellik ve düzenini ayakta tutmak için hala ümitsizce direnebilmek gücünü kendinde bulabiliyor.

"Kutlama"yı bir kenara bırakalım, "eğlenmek" hakkında bir müşterek fikir ve tavrımız var mı bizim?


Kaynak (Arşiv)