Evvela şahsiyet, sonra kalite: Kafi!
Gençlik yıllarında "siyasi ve felsefi çizgi"yi çok anlamlı bulur, hatta tek başına hemen her şeyi tarif edebileceğini zannederdim; buna paralel olarak "doktrin", "sistem", "dünya görüşü" gibi total belirleyicilerin sadece kendi başına değişim rüzgarı yaratabileceğini düşünür, kötü idareyi rejimle, kötü insanı ise siyasi çizgisini göz önüne alarak izah etmeye çalışırdım. "Bizden" olan iyiydi, doku beraberliğimiz vardı, en ümitsiz şartlarda bile "bizden birisi", bizden olmayana tercih edilebilirdi. Memleketin ahvali ise "bozuk düzen"in veya zararlı sistemin ürünüydü.
Bizim gençliğimiz kısa sürdü; dolayısıyla gençlere mahsus sorumsuzluk halleri, "gençtir, ne yapsa yeridir" diye bağışlanabilecek değerlendirme kusurları ve "hamlık" devri de kısa sürdü. Bundan "gayrı olgunlaştık ve kemale erdik" manası çıkarmıyorum, aksine bu kadar kullanışlı ve inandırıcı bir değerlendirme şablonunu kaybettiğim için yerindiğim oluyor. İdeolojiler, insana düşünme ve değerlendirme külfetini kaldırıp, yerine basit ve şematik çözümler ikame ettiği için cazip; aynı şeylere ve değerlere inanan insanlarla bir kitle teşkil ettiğinizi bilmek rahatlatıcı; hatalarınızda bile yalnız değilsiniz. Zihin konforunun bütün nimetlerinden yararlanmak için şahsi hürriyeti, kitle ruhu ile mübadele etmek kafi.
Bir süre sonra sağlam ve metin "şahsiyet"in, doktriner gömlekten daha değerli olduğunu öğrenmek insanı rahatsız ediyor. Şahsiyet o kadar değerli bir vasıf ki, üstüne hangi gömleği geçirseniz "şık" duruyor, saygı ve ciddiyet telkin ediyor. İdeolojilerin önemini inkar etmek değil bu; ideolojik eğitimden (veya şartlandırma) önce sağlam karakter inşasının lüzumunu fark etmek.
Sistem, rejim, düzen vesaire... Hiçbiri tek başına mükemmel değil; her biri ilk elde "yaramaz" kaydıyla sarf-ı nazar edilmeye de layık değil. En kötü sistemi bile küçük tashihlerle işletmek ve o sistem altında yaşayan insanları mutlu etmek pekala mümkün. Sihirli kelime "kalite" ve "insana saygı". Yıllarca "bu düzen değişmelidir" virdini diline pelesenk edenlerin bugün o düzenin vidası bile değişmediği halde düzeni müdafaaya kalkışmasını kusur olarak görmem; ama kalitesizlikten, bazen çok küçük ayrıntılarda bile çürük diş gibi kendini hissettiren şahsiyet zaaflarından şikayet etmeye hakkımız var.
Mübalağaya kaçmadan; ama ısrarla şu tespitin altını çizmek istiyorum: Türkiye'nin en büyük problemi şahsiyet zaafı ve buna bağlı olarak sergilenen kalitesizliktir. Türkiye'de artık fikir münakaşası yapılamıyor; çünkü sağlıklı bir münakaşanın "olmazsa olmaz" zemini yok: Şahsiyet ve kalite!
Adam cahil; cahil olmak tek başına alındığında felaket sayılmaz; ama adam aynı zamanda müzmin bir şahsiyet zaafının zebunu ve bu adam, bu memlekette bir kanaat önderi.
Adam kendisini rejimi korumaya vakfetmiş; ama rejime en büyük kötülüğü yaptığının farkında değil; küçüklük komplekslerin girdabında savrulurken tutunabildiği tek dal, kendisini rejimle özdeşleştirmek. Vaziyeti ümitsiz; ama bilmiyor; çünkü kendi hatalarını fark edebilecek otokritik kalitesinden mahrum.
Adam şeklen akademisyen; ama "akademik vasat"ın ne idüğünden habersiz; fıtraten gardiyan (işini adam gibi yapan gardiyanları tenzih ederim); ağzından düşürmediği "bilim"i ise palaskasına iliştirdiği jop niyetine kullanıyor. Gündelik hayatında çizdiği karakter portresi zavallılıktan ibaret; ilmi kalite, hak getire...
Adam hep büyük harflerle konuşuyor; ama söylediklerinin mefhumu, samimiyetsizliğini ve kalitesizliğini anında sıvılaştırıveriyor; savundukları da dahil hiçbir değeri temsil edebilecek bir omurgası yok.
Ve ülkemizde gündemi böyle adamlar belirliyor. İnsanın muhalifi bile kaliteli ve şahsiyet sahibi olmalı ki "çıta" yükselebilsin; bu memlekette ne rejim bunalımını ciddiye almak mümkün ne de altından asla kalkamayacağımız iktisadi ve sosyal krizleri; şahsiyetlilik ve kalitenin çözemeyeceği buhran yoktur; şahsiyet ve kalite zaafının ise buhran haline getiremeyeceği hiçbir aleladelik mevcut değildir.