Evet, düpedüz kof bir ‘medeniyyet’ tasavvuru
Her cuma hutbesinden sonra hoca, mûtad Arapça dua faslında, “Ya Rabbi, Müslüman ve muvahhid askerlerine zafer nasib eyle” mânâsında şeyler söyler, cemaat de yürekten “Amin” derdi. Dün, amin demezden evvel aklıma takıldı: ‘Cüyûş’el-Müslimin’ kimdir şimdi; kimin zaferi için âmin demeli; “Allahumme’nsur’ul-İslâme ve’l-Müslimîn” niyazının kapsamını nasıl tayin edeceğiz?
Kimdir İslâm askeri: Musul Başkonsolosluğu’nda kıstırılıp rehin alınan özel harekâtçılarımız mı, o binayı tanklarla çevirerek en basit diplomatik hukuku kirleten IŞİD militanları mı; “Geliyorlar!” sözünü duyunca ışık hızıyla üniformasını sıyırarak savunmaya yemin ettiği topraktan firar eden merkezî Irak ordusu mu, yoksa şehri savunmak için Kerkük’e gelerek mevzilenen Kuzey Irak’ın Peşmerge gücü mü?
Yahya Kemal, Büyük Taarruz öncesinde, “Galib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” diye yakardığında kimi ve neyi kastettiği belliydi ve İslâm’ın son ordusu tâbirinin bir hakikati vardı. Sonraları pek çok İslâm ordusu olduysa da maalesef hakikati kalmadı. Politik kültürümün yetersizliğini bağışlayınız, bölgede hemen her topluluğun afralı-tafralı sıfatlarla müzeyyen fiyakalı isimler taşıyan silahlı güçleri, orduları (!) filan var; onlar da kâğıt üstünde İslâm askeri! Henüz ve –çok şükür ki- denkleme girmeyen Türk ordusunu saymadım bile...
Kavramı ışığa tutup içine bakıyorum; bomboş. Hangi güzel kelimeye sarılmışsak suyunu çıkarmışız; Müslümanların dayanışması, kardeşliği, birliği vb. gibi kâğıt üstünde pek heyecan verici, pek afili duran kavramların bir başka olmayan coğrafyada, yani İslâm coğrafyasında karşılığı yok.
IŞİD’in bayrağına dikkat ettiniz mi hiç; Kelime-i Tevhid ibâresi var. Vara-yoğa, sağa-sola, hatta araba tamponlarına bile çiziktirerek lâçka etmediğimiz dini sembol kalmadı ve işte şu nükte nihayet kalın kafama dank etti ki, mesele lügatsizlik değildir. Hazreti Kur’an, sadece lâfz-ı Celâl’den ibaret değil, aynı zamanda İslâm lügati. Dünyanın en iyi korunmuş kitabı ve sözlüğü, İslâm kültürünün ansiklopedisi; temel kavramları bir ağacın meyvesiyle kökleri arasındaki ilişkiyi anlatırcasına çok boyutlu bağlantılarda tahkim eden kitap. Kitap mahfuz ve mazbut; anlam da öyle fakat ondan ne anlaşılması gerektiğinde mutabakatımız yok. Aynı âyetlere rabten birbirini katl ve tekfir eden ‘Cüyûş’el Müslimin’i görünce insanın kanı donuyor. Bunlar ceyş, ne de müslim!
İkbâl miydi, “Kaç bu Müslüman’dan, sığın bu Müslüman’a” demişti hani; şerlerinden kaçılacaklar belli de, sığınılacaklar nerede?
Müslümanlık, İslamcılıktan çektiğini ehl-i sâlipten çekmemiştir. İslâmcılık tâbiriyle, din üzerinden iktidar kavgası veren irili-ufaklı, şahsından örgütüne, örgütünden devletine bütün yapıları kasdediyorum.
Başlangıcı itibarıyla kötü anlaşılması ve berbat yorumlanmasına rağmen Türkiye, Müslüman kimlikli bir demokratik-laik devlet olmak avantajını iyi değerlendiremeyerek hızla Ortadoğululaştı. İslâmcı, fetihçi ve emperyal karakterde kof –evet, düpedüz kof!- bir ‘medeniyyet’ tasavvuru çizgisinde kendini ve istikbâlini değersizleştirdi. Bu yaklaşım bugün itibarıyla devlet yapısını partileştirmek ve üç çeyrek asır sonra yeniden tek parti devleti modeline dönmek kâbusuyla Türkiye’nin mafsallarını kireçlendiriyor. Devleti ele geçirmek hülyası, devletin partiyi ‘temessül’ etmesine doğru evrildi.
O beğenmediğimiz ‘monşerler’ döneminde, -beğenmesem bile- Türk hariciyesinin kendine mahsus bir karakteri vardı. Hariciyeyi dönüştürmek uğruna dış ilişkiler, istihbarat kurumunu dönüştürmek yolunda devletin haber alma ve işleme reflekslerini işlemez hale getirildi, battal edildi. Bu iki kurum, zorlu krizlerde tersinden bir ‘istikrar’ isbatıyla kendilerine açılan krediyi çarçur ettiler.
Yenilen oyuna doymazmış; uzatmalardayız.