Ete gömülen tırnak gibi
"Genocide" kelimesinin kökü "gene"den geliyor; yani nesep, şecere, köken, soy, menşe kavramlarının biyolojik altyapısı. Batı dillerinde "gene" ile başlayan birleşik isimler hep topluluk ve çoğulluk ifade ediyor.
Jenosit ise, bir gen ailesinin külliyen imhası demek. Dilimize "soykırım" olarak tercüme edilen bu kelimeye hayli uygun bir karşılık türetildiğini söyleyebiliriz; soykırım, dilimizde sadece yeni zamanlarda türetilmiş bir kelime olmakla kalmıyor, anlam itibariyle de "modern" bir muhteva taşıyor. Meselâ jenosit'in Türkçe'de karşılığı nedir diye araştırdığımızda ulaşabildiğimiz en kapsamlı kavram katliamdır; bu kelime "katli âmm" diye yazılıyor; "katl" mâlum, "âmm" ise umumi, genel, herkese ait anlamına geliyor. Lugatte katli âmm'in karşılığı, "zaptolunan bir yerin, irili ufaklı bütün ahalisini kılıçtan geçirme" olarak verilmiş. Bu haliyle katliâm, jenositten farklı; jenositin modern zamanlara ait bir mânâ muhtevâsına sahip olduğu açık; katliâm ise ezelî bir illet; eğer çok gerekirse bu kelimenin anlamını "toplu kırım" diye tâzelemek mümkün ama "soykırım" bundan çok başka bir şey.
Osmanlı kültürü, milliyetçi veya etnik esaslar üzerine bina edilmemişti; Osmanlı kültürüne karakteristik kazandıran yegâne faktörün İslâm'dan ibaret olmadığı da açıktır; Osmanlı yönetiminin asırlar boyunca karşılaştığı ve çözmek zorunda kaldığı problemlerin, bu kültüre siyaset boyutunda özellikler kattığını da hatırlamak gerekir. Osmanlılar için "öteki" problemi, hiçbir zaman tek başına gayrımüslimlerden ibaret olmadığı gibi Türk olmayan unsurlara da münhasır kalmadı. Onlar için siyasî planda "öteki" veya behemehal ortadan kaldırılması gereken şeyler, devleti ve bilhassa "nizâmı âlem" adını verdiklerini, güvenlik ihtiyaçlarını tehdid eden kişi veya zümrelerden müteşekkildi. Gâhi Şeyh Bedrettin, gâhi Tepedelenli Ali Paşa veya sıradan Celâli reisleri. XVII. yüzyılın ikinci yarısında bir nevi Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkan Sebetay Sevi, geniş anlamıyla Osmanlı huzur ve asâyişini tehdid eder mahiyette görülmediği için sadece sürgüne uğramıştı ama diğer taraftan Osmanlı tahtına cülûs eden III. Mehmet için, 19 kardeşi, günü geldiğinde tertipli Osmanlı ordularını bozan Celâli isyanlarından daha ziyade düşman bir unsur olarak telakki edilebilmişti.
Osmanlı fütuhatı esnasında "genoside" kavramının içini dolduracak nitelikte toplu katil vakalarını tarih kaydetmemiştir. Osmanlı kamu idaresi için temel dikkat noktası, kamu otoritesini tehdid ve tehlikeye uğratabilecek risklerin izâlesi idi ve müsteşrik tarihçilerinin abartılı bir şekilde sözünü ettikleri cellât kılıcı veya devletin öfkesini aksettiren katil vakaları hemen daima "nizâmı âlem"le ilgili siyâsî bir endişeye yaslanıyordu.
Ezcümle XX. yüzyılın başlarında ne Osmanlı kamu otoritesinin ne de Ermeni milleti ile komşuluk eden müslim unsurların, Ermenilere "toplu hınç" yöneltilmesi için hiçbir tarihi, siyasi, dini veya kültürel sebebi yoktu zira yukarda da ifadeye çalıştığım gibi etnik veya dini bir topluluğa toplu kıyım uygulamanın siyâsî ve toplumsal geleneği mevcut değildi. Tam aksine bütün tarih vesikaları ve hâlâ yaşayan şahitler, Ermeni milleti ile Müslümanların, birbirlerine kültürel kaynaşma derecesi itibariyle en yakın topluluklar olduğunu belgelemektedir. Bu, Osmanlı toplumunun veya kamu yönetiminin yine modern bir yanılsamayla çok mütehammil, barışçı veya merhametli bir nitelik sergilediğine veya bunun tam zıddına karîne teşkil etmez. Özellikle Osmanlı kamu otoritesi için merhamet, tesamuh, hoşgörü gibi kavramların daima siyasî endişelerle irtibatını gözönüne alarak anlaşılması gerektiğini gösterir.
1915 yılında Doğu Anadolu'nun Rus işgaline uğraması ile vukûbulan hadiselerin hem Müslüman, hem de Ermeni toplumu için büyük bir trajedi teşkil ettiğine şüphe yoktur. Osmanlı kamu yönetimi için Ermeni toplumunu külliyen imhâ etmelerini gerektiren hiçbir aklî veya hissî gerekçe gösterilemeyeceği gibi Anadolu'nun Müslüman ahalisi için de Ermenilerle kanlıbıçaklı olmalarını gerektirecek bir sebep yoktu; ve cinayetlerde bir de "sebep" faktörü vardır!
Bizim sebebimiz yoktu! Çünkü bizde kültürel bir arkaplan olarak "genoside" fikri yoktu; meselenin intikamla izah olunabilecek "rövanş" faslı, hiç cereyan etmemiş olmasını dilemekle beraber, o günün şartları çerçevesinde izah olunabilir bir şeydir ama "genoside" asla! "Genoside", modernitenin bütün kavramları gibi "mostra"lık nümunelerini "batı"da görüp öğrendiğimiz bir şeydi.
Tehcir esnasında Şarktaki Müslüman katliamıyla hiç alâkası olmadığı halde büyük acılara katlanmak zorunda kalan mâsum Ermenilerin trajedisi, elbette vaktiyle komşuluk hukukunu çok insânî noktalara vardırmış bir topluluk olmamız hasebiyle paylaşmamız gereken bir ızdıraptır ama unutulmaması gereken bir ayrıntı daha var; bizim o dört cihan harbi yılında uğradığımız yıkım ve felaket, neredeyse bütün Türk tarihinin en ağır faciasıdır; o büyük çatışmada biz, en az Anadolu kadar değerli bir vatan kaybettiğimiz gibi üstelik "harîm"imiz mevkiindeki Anadolu'nun işgaline de şahit olmak zorunda kalmıştık.
Bunları ne Fransız parlamentosunu rikkate getirmek, ne de savaş acılarını sömürerek Türkiye'yi beynelmilel flatformda zor durumda bırakmak için düşmanca didinen Türk aleyhtarı Ermeni diasporasını iknâ etme kasdıyla yazıyorum; kendi kamuoyumuzu aydınlatmak, Türk'e Türk propagandası yapmak veya birilerine bir şey isbat etmek gibi bir gâyem de yok. Sözü asıl getirmek istediğim nokta bizim kültürümüzde farklı unsurlara karşı gösterdiğimiz tahammül ve hoşgörünün iç unsurlara karşı, bizden olan şeyler sözkonusu olduğunda kolayca huşûnete dönüşebilmesidir. Biz, yakın ve uzak tarihimizde ne Ermenilere, ne Rumlara, ne de bir başka gayrımüslim ve gayrıtürk unsura karşı "genoside" uygulamadık ama kendimize revâ gördüğümüz şiddet, bugüne kadar doğru dürüst tahlil edilmemiş bir vâkıadır.
Batı medeniyeti dairesine geçmek için kültürel unsurlarımızdan yaptığımız "fedakârlıklar", çoğu kere gönüllülük ihtiva eden fedâkarlık derecesinde kalmamış, zaman zaman bir kültür kıyımı manzarasına bürünebilmiştir. Biz, lisanımızı böyle "fedâ" ettik; lisanla birlikte o lisanı kullanmak suretiye geliştirmiş olduğumuz bütün kültürel melekeleri de, 'mezbah'a yatırdık. Klasik sanatlarımız, hırfetlerimiz, dünya görüşümüz, epistemik kavrayışımız ve hatta hukuk birikimimizden vazgeçerken gözümüzü kırpmadık bile. Yeni bir toplum inşa etmekteki aceleci kararlılığımızda bir gözükaralık üslubunun bulunmadığını kim iddia edebilir?
Hayır, bu tesbitte bir çelişki yok; kendi içimize karşı kıyıcı bir üslubu tercih etmemize rağmen gayrı unsurlara daha anlayışlı ve müşfik yaklaşmamız, politik açıdan nihai tahlilde ağyârı değil, yâri dilhûn ediyor. "Kol kırılsın yen içinde kalsın; bu bizim iç meselemiz" diyebilmek konforundan da mahrumuz; bu çelişki, ancak kendi kuvvelerimizle, tamamen bizden kaynaklanan zihnî değişikliklerle üstesinden gelmemiz gereken bir keyfiyet. Zira vaktiyle biz dahili irade ile medenî birikimimizi sabanla tersyüz ederken hiçbir batı ülkesinin parlamentosu, kendimize revâ gördüğümüz eziyeti kınamak gereğini hissetmemişti.
Gerçek bu; Oscar Wilde de ne demişti hani (meâlen), "Kendi dışımdaki dünyanın bana yaptığı ne olursa olsun, benim kendime ettiğimi kimse edemez".