Eski Ramazanlar alıyorum
Eski hayat âhengi, oruç günlerini içtimaileştirerek bir ay boyunca sürüp giden bir şölene çeviriveriyor, orucu elle tutulur, gözle görünür ve her an hissedilir bir dokuya büründürüyordu. Hicrî takvimle yegâne alâkamız, aile büyüklerinin doğum tarihleriyle, başta Ramazan olmak üzere hicri takvime göre işleyen sayılı günlerin hesabından ibaret kaldı; babamın tevellüdü 1335 ve bu yıl dünya kurulalı beri 1424"ncü Ramazan orucunu karşılamanın telâş ve sevinci içindeyiz.
Hicrî sene, şu anda kullanmakta olduğumuz milâdî seneden 11 gün kısadır çünkü ayın hareketlerine göre tertiplenmiş bir takvimdir. Ay en ince hilâl şekline büründüğü gün takvim ayının başlangıcı olarak kabul edilir; şarkı ve şiirlere geçmiş "ayın ondördü", yani dolunay hali tâbiri, hicrî takvimde ay ortasıdır. Bu hesaba göre hicrî takvimin başlangıcı sayılan Efendimiz"in Mekke"den Medine"ye hicret ettiği seneden bu yana 1424 hicrî sene geçmesine mukabil, milâdî hesaba göre sadece 1393 yılı geride bırakmış oluyoruz. Gençlerin bu şaşırtıcı farkı anlamakta zorlanmaları tabiidir: Hicrî takvim mevsim hareketlerine riayet etmez ve biz bu yüzden her sene ayların en sevgilisi Ramazan"ı, geçen seneye göre 11 gün önceden karşılarız. Hicrî sene, milâdî yılın içinde on birer günlük aralıklarla gezinir ve ortalama 32 ilâ 33 senede bir senenin aynı günleriyle yolu kesişir.
Bembeyaz ve masum bir yalan
Ramazan orucuna ilk dokunduğum çocukluk yıllarında mevsim kıştı; artık mislini pek görmediğimiz o meşhur çatayaz kışlardan biri. Ve Ramazan o kadar hükmedici, kuşatıcı ve âmir bir gerçeklikti ki aklı ermeye başlayan her yaşıtım gibi ben de büyük bir hevesle Ramazan geleneklerinin ve ikliminin tam ortasında yerimi almak isterdim. Bu gibi hallerde büyüklerin, "dayanamaz, zayıf kalır" endişesiyle çocukların oruç tutmasını engellemek için başvurdukları o mâsum yalanı hatırlıyorum:
- Elbette oruç tutabilirsin, ama oruç çadır gibidir. Tam orta yerine bir direk konulmazsa ayakta durmaz ki!
-E, peki ne yapacağım o zaman ben?
-Bizimle birlikte sahura kalkacak yemeğini yiyeceksin ama öğle zamanı gelince orucun tam orta yerine bir direk dayayacaksın...
-Yani?..
-Yanisi şu; öğle yemeğini yedikten sonra akşama kadar yine oruca devam edersin.
-İyi, ne güzel!
A, kuşa bak!
Böyle kaç defa oruç tuttuğumu bilemem ama o oruçların ne kadar salih ve ivazsız olduğunu tahmin etmek zor değil; hele iftar saatine yakın demlerde çarşıdan evlerine dönen erkeklerin, sanki yüzgörümlüğü imiş gibi haklı bir itina ile ellerinde tuttukları çöreğe dizilmiş horoz şekerlerini hak etmek için öğleyle akşam arasını tam bir oruçlu gibi sabırla geçirmenin manevi lezzetini de hesaba katınız...
Bir gün orucun tam ortasına hatırı sayılır bir direk verdikten birkaç saat sonra eski bir masanın çekmecesinde, rahmetli halamın mutlaka bizler için sakladığı kağıt fişek içindeki mevlit şekerlerini görünce, müsaade istemeye bile lüzum hissetmeksizin hepsini âfiyetle yemiş, son şekerde "ne yaptım, ben oruçluydum; eyvah orucum bozuldu!" korkusuyla halama koşup suçumu itiraf etmiştim.
-Korkma bir şey olmaz; bilerek yememişsin ki, o şekerleri sana Allah ikram etmiş. Artık iftara kadar bir şey yemezsen orucun yine oruçtur, merak etme! Ne kadar rahatlamış, orucu ne kadar sevmiş, benim gibi çerden-çöpten zayıf bir çocuğa, üstelik şeker sevdiğini bildiği için "ikramda bulunan"a nasıl şükran duymuştum. Biraz daha palazlanıp da yalansız-ivazsız oruca ehil olduğum Ramazanların akşama yakın saatlerinde su koyverip, "Dayanamıyorum, orucu bozacağım" diye sızlanmamış olanımız var mıdır?
Öyle zamanlarda ablalarım beni sırtlarına alıp sokağa çıkarak koca mahalleyi gezdirir, "A, şuna bak" gibi dikkat dağıtıcı sözlerle minicik ve tâkatsiz sabrımı nasıl da takviye ederlerdi.
Fevkalâdelikten uzak, sıradan hâtıra parçaları bunlar; eminim ki bu satırları okuyan herkesin zihninde buna benzer, hatta tıpatıp aynı çocukluk rüyâları vardır.
Tapa patlatma keyfi ve "Bumm!"
O günlerin Ramazanlarında bir çocuğun sahip olmayı hayâl ettiği en mükemmel oyuncak bir tapa tabancasıydı. Tabanca dediğiniz presle tenekeden basılarak bir araya getirilmiş ve tetiğine basıldığında namlu yerindeki tapa oyuğundan çiviye benzer sivri bir horoz çıkan basit bir âlet. Fiyatını tam hatırlamıyorum, 1 lira filan olmalı. Ekmeğin 25 kuruş olduğunu hesaba alırsak dört ekmek parası, yani pahalı, yani harcıâlem, yani isteyen herkesin edinebileceği bir şey değil.
Tapa, namlu ağzına sığacak şekilde sıkıştırılmış talaştan mâmul, silindir şeklinde bir patlayıcı. Silindirin tabanca ağzına gelecek yerine bir oyuk açılır ve içine patlayıcı eczâ konulur. Horoz çivisi bu eczâya vurunca "bumm".
Mârifet sokağa çıkıp evin önünde hazır bekleyerek hayli uzaklarda atılan top sesiyle aynı zamanda tapayı patlatmaktadır. Ardından mahallenin bütün çocuklarının "Top atıldı" diye sevinç haykırışlarıyla eve koşmaları ve birkaç sâniye içinde yolların, sokakların, hatta bütün şehrin terk edilmiş gibi ürkütücü bir tenhalığın koyuluğuna düşüvermesi.
Tapa patlatmak keyfinden mahrum kalmak istemeyen ama bir teneke tabanca tedarikine güç yetiremeyen çocuklar, daha ucuz bir usûl keşfetmişlerdir. Sertçe bir tel, yumruk büyüklüğünde bir bilezik teşkil edecek şekilde kıvrılıp uçlarından birisi taşa sürtülerek sivrileştirilir. Basit bir susta fonksiyonuna bürünen tel halkanın iki ucu arasına bir tapa sıkıştırılarak havaya atılır. Yere düşen halkanın sivri ucu tapayı sıkıştırınca "bumm!". Tehlikesi şurada; tele tapayı yerleştirirken dikkat etmeli zira elde patlama ihtimâli büyük.
Nerden mi biliyorum?
Bir defasında avucumda patlayıp iki parmağımın arasını kavurmuş ve günlerde acımıştı da ondan!
"Allah taksiratımızı affetsin"
İftardan sonra bilemediniz on beş dakika sonra kapılar yeniden açılacak, kapılardan karlı sokak aralarına düşen cılız sarı ışıklar, çok âcil bir işi varmış edâsıyla çarşıya seğirten ehlikeyf erkeklerin adım sesleriyle renklenecektir.
Niçin alelacele çarşıya gittiklerini sonradan biz de öğrendik: Esnaf olanlar dükkân açmaya giderler ama memur, işçi, işsiz takımının derdi nedir?
Gözü teravih namazında olana sözümüz yok lakin mübârek Ramazan akşamlarını ihyâ etmenin bir başka üslûbu daha varmış meğer: Kahve!
Hâlâ hükmünü sürdüren garip bir tenâkuzdur bu; on bir ay müddetince kahve nedir bilmeyen kendi halinde adamlar Ramazan girer girmez sanki mecburiyet varmış veya yoklama yapılıyormuş gibi kahveye dadanıverirler. Hoca takımı câmilerde kürsüleri yıkar, "Ayıptır, günahtır; Ramazanla iskambil oyununun ne ilgisi var, zinhar günahkâr olursunuz" diye tevbe-talkın verirlerse de kâr etmez. İmamın cehennem ateşinden pasajlar gösteren zıkkım gibi sözlerini tam bir teslimiyetle dinleyen cemaatin en az yarısı, teravih namazı biter bitmez, içlerinde tekrarladıkları "Allah taksiratımızı affetsin" yakarışıyla bir koşu yine kahvenin yolunu tutacaklardır.
Ve âdettir, kahve saltanatının raconu sahur topuna beş on dakika kalana kadar devam eder gider; biraz erkence izin isteyenlerin ardından mânidar lâflar edilir, kıs kıs gülünür.
....
Sonradan fark ettim ki Ramazan, o yoğun dini boyutuna ilâveten, genç erkekler için aynı zamanda bir toplumsallaşma vesilesi de teşkil etmektedir ve işin kıraathane faslı tatlı bir bâhâneden ibarettir; nitekim aynı insanlar bayram ertesi kahve toplantılarını terk ederek mûnisleşir ve sıradan birer ev erkeği şekline dönüverirler. Tabii on bir ay boyunca "leyl ü ve"n-nehâr" bâde çekerek evin yolunu zor bulan serhoş takımının Ramazan girince ağzını çalkalayıp, bayramın son ikindisini müteakip yeniden işrete dönmeleri ayrı bir fasıl...
Nerede eski Ramazanlar?
Tabir mâzur görülürse oruç, en pasif ibâdetlerden biri; göreviniz yapmaktan ziyade yapmamaktır ve bu haliyle her ibâdet gibi orucun ferdî boyutu öne çıkar; eski hayat âhengi, oruç günlerini içtimaileştirerek bir ay boyunca sürüp giden bir şölene çeviriveriyor, orucu elle tutulur, gözle görünür ve her an hissedilir bir dokuya büründürüyordu.
Belki de o yüzdendir bazen rüyâmda, çocukluk Ramazanlarında yaşadığım o tatlı kâbusa yeniden dokunduğum olur:
Eski bir ahşap masanın çekmecesinde kağıt fişeğe yatırılmış baldan tatlı mevlit şekerlerini ha bire mideye indirmekteyken birden niyetli olduğumu hatırlarım.
Eyvah!