Eski kışlar, eski çocukluklarımız

Tatlı su çeşmesi, bizim eve 75 metre mesafedeydi! Tatlı su çeşmesi de nedir, diyenler çıkabilir. Eski zamanlardan bahsediyoruz.

Avrupa görmüş Almanyacı komşularımızın, “İnanmazsınız, bir bardak suyu bile parayla veriyorlar; evlere de büyük cam damacanalar ile içme suyu satılıyor” diye bizi hayretlere düşürdüğü zamanlardan daha eski günler.

Her mahallenin tatlı su çeşmesi var. Kalaylı bakır güğümlerin, kovaların kulpuna yapışıp her gün birkaç “keşik”, yani sefer evin tatlı su ihtiyacını gidermek çocukların görevi. Türkiye’de refah artıp orta sınıftan başlayarak yayılmaya başlayınca ailelerin çocuklarına bakışında önemli değişiklikler oldu. Ağabeylerinin, ablalarının eskilerini giyen küçük kardeş manzaraları tarihe karıştı. Çocukların eğitimine, beslenmesine, giyimine ve güvenliğine aile bütçesinden önemli meblağlar ayrılıyor. Okula giderken servis arabası kullanmayanlara garip gözle bakılıyor. Ebeveynler çocuklarını eskiye göre daha çok önemsiyor, üzerine daha çok titriyor, titizleniyorlar.

*

Şehir hayatında hiçbir anne, okul yaşındaki çocuğunu, elinde 15-20 kiloluk –üstelik su taşımak için hayli biçimsiz- iri kaplarla sokağa bırakmaz. Öteberi taşısın diye semt pazarına götürmeyi aklından geçirmez.

Biz giderdik, herkesin çocuğu da öyle yapardı. Çocuklar elbette değersiz değildi; herkesin gözünün nuru, evinin ümidiydi; yine de evin türlü ihtiyaçları için öteberi taşımak gündelik olağan görevler arasındaydı.

*

Altmışlı yılların bir yaz ortası; çarşının içindeki dükkandan eve götürmem için bir karpuz sıkıştırılıyor çelimsiz koluma. Evle çarşı mesafesi, nereden baksanız iki kilometre çeker, üstelik hep yokuş; yokuş pek dik değil ama incecik kollarınızda bir karpuzla o yokuşu kadem be kadem tırmanmak da kolay değil.

Neticede yolun orta yerinde, Hükümet Konağı civarında Orduevi’nin önünde karpuz düştü. Parçalanmamış kısmını alıp eve götürüp götürmediğimi hatırlamıyorum.

Böyle şeyler sıradandı. “El kadar sabîye karpuz taşıttırılır mı birader?” demezdi kimse. Pırasa, lahana, portakal, domates gibi zerzevata ilaveten kundaklı çocuk taşımak da ek görevlerimiz arasındaydı.

Şimdi ellisine merdiven dayamış yeğenimi şehrin bir yakasından öteki tarafa kucakta taşırken ne kadar zorlandığımı hatırlıyorum da...

*

Biraz daha büyüyüp erkek yerine konulmaya başlayınca daha ağır vazifeler girdi sıraya. Bunlardan en zorlusu evin kışlık kömürünü ve odununu tedarik edip eve getirmek ve yerine yerleştirmekti tabii.

O günün gecesi mi bilmiyorum fakat soğuk, o soğuklardan, o amansız, o insafsız ayazlardan biriydi. Akşam çayına taze su lazım olunca bidonu kaptığım gibi, bir an evvel doldurup geleyim diye işi tembelliğe vurup ceket, palto vesaire almadan sadece kazakla fırladım sokağa.

Nasıl olsa çeşme, siz bilemediniz 75 metre filan... Yerler aylardan beri takır takır buz olduğu için koşmak yerine hızla yürüyerek çeşmeye ulaştım. Lüleden başlayarak bütün kurnayı kaplamış ve dışarı doğru taşmış buzdan ayaz buğuları yükseliyor. Lüle, musluksuz olduğu için akan su, leğen büyüklüğündeki buzun tam ortasını delmiş. Soğuk gittikçe iliklerime işliyor, titrememek için kendimi tutuyorum.

Alelacele güğümü doldurduktan sonra dönüş yolunda tedbirsizliğimin cezasını ödedim; aşırı derecede soğuk ve kuru hava, bir yumruk gibi ciğerlerime oturdu; resmen nefes alamaz hale geldim. Eve nasıl gelebildim bilmem.

*

Sıfırın altında 20 derecelerin mevsim normali sayıldığı çok sert kışlar yaşadık; kaldırım ve sokakların taşlarını görmeden buz tabakasının en az dört ay kalkmadığı zalim mevsimler gördük. Kok kömürünün neredeyse yarısını kor haline getirdiği dökme demir sobanın etrafında otururken sırtımızın buz tuttuğu oldu.

Bir anlık tedbirsizlik su tesisatını donduruverir. Açtırmak için saatlerle pürmüz ateşiyle, gaz ocağıyla boruları ısıtmak, saatler sonra musluktan damlamaya başlayan suyu görünce sevinmek sıradan şeyler...

Evin yıllık kömürünü tedarik etmek için resmen geceyarısı sokağa çıkıp, in-cinin top oynadığı tenha caddelerde yürüyerek kömür tevzii’ye gitmek de hemşehrilerim için sıradan ödevlerdendi. Tevzii müdürlüğünün memur takımı, haliyle mesai saatinde işbaşı yapacağı için sıraya ilk giren, sonradan gelenlerin sırasını tanzim eder. İnsanlar gün ağarana, hareket başlayana kadar belki saatlerce bekleşirler.

Sıra size gelince çocuk gibi sevinirsiniz. Sıradaki at arabasının kırık-dökük bir şey olmaması, atların yiğit çıkması için içinizden dua edersiniz; tabii bir de kürekçilerin küllü yerinden kömür atmaması için.

Kül daha yolda iken at arabasının sarsıntısından ve çatlaklardan yola dökülür gider. Kalanını toprakla karıştırıp gelecek senenin kışı için tezek yapmak mümkün; küllü kömür en istenmeyen şeydir. Bir nevi beceriksizlik alâmeti; bütün yıl boyunca her defasında hatırlanan, hatırlatılan bir mahcupluk sebebi.

Kömürü kapı önüne, sokağın kenarına alelacele boşaltan arabacı, parasını alıp atlarını kamçılayarak kaybolunca adam boyunda kömür yığını ile baş başa kalırsınız. Parayla birini tutup kömürü içeri attırmak mümkündür fakat paranın kıt, kıymetli zamanlarıdır. İş bittiğinde birkaç gün kömür tozu damağınızdan gitmez fakat önemli bir iş başarılmış, kış bir mânâda satın alınmıştır. Kömür gailesinin yanında odunun lâfı bile olmaz.

*

Şikâyet mânâsında almayınız; birkaç kuşak öncesinin çocukluğu, şimdiki zamanlara göre daha mesud hâtıralarla süslüdür. Ailenin günlük işlerinde daha çok sorumluluk, daha fazla paydaşlık yüklense de okul hayatı zevkli, sokak, bostan ve boş arsalarda geçen oyun saatleri baştan çıkarıcıdır, tabiidir.

Kış gecelerinde sobanın etrafında halkalanan insanların birbiriyle sohbeti, şimdikine göre hayli alçakgönüllü sofraların bereketi, hatta kış bastırmadan ahşap pencere kasalarındaki açıklıkların şerit halinde kesilmiş gazete kağıtlarına hamuş bulamacı sürerek kapatılması bile leziz hâtıralar hükmündedir.

Ve geceleri sessizliği bölen bekçilerin düdük sesleri...


Kaynak (Arşiv)