"Er Kişi"nin ölümü

"Beyim, bu nice seferdirki ihtiyâr ettin?

Uzun boylu, pehlivan yapılı, sarışın ve yakışıklı bir adam; alnına dökülen uzun ve sarı saçlarını iri pençeleriyle tarayarak arkaya atan, dolgun çehreli, yuvarlak çeneli, yeşil gözlü bir erkek güzeli; spor giyimli ve bıyıksız.

Yıl 1967.

Din dersi öğretmenimiz Selçuk Eraydın.

Pehlivanlığı olduğunu kendisi mi söylemişti, biz mi yakıştırmıştık hatırlamıyorum; ama yaşıtları arasında olağanüstü kuvvetli olduğunu "ayn'el-yakîn" tahkik etmiştik: O müheykel endâmıyla yaramazlık yapan bir talihsiz arkadaşımızı iki kulağından tutarak, yerden yarım metre kadar havalandırırken, erkek güzelliğinin klasiği sayılan "Adonis"i andıran çehresinde hiç külfet eseri görünmemişti.

Ortaokul yıllarıydı ve o yıl Sivas'ın Atatürk Ortaokulu'na Selçuk Eraydın isminde yeni (ve belki de çiçeği burnunda) bir din dersi öğretmeni tayin edilmişti. Bütün sınıfta ona karşı saygı ve korkuyla karışık bir hayranlık belirdiğini hatırlıyorum; galiba karizma denilen şeyin bir başka târifi de budur.

Dersin birinde namazın nasıl kılınacağını anlatırken "ka'de" faslına geçince, ayakta durarak tarif etmenin yetersiz kaldığını farketmiş olmalı ki, hepimizin hayretli bakışları arasında kürsünün üstüne çıkarak bilmemiz gerekenleri, bizzat tatbik ederek göstermişti. Sikletli ve adaleli vücudunun agırlığıyla tahta kürsünün nasıl çıtırdağını şu anda duyar gibi oluyorum.

Selçuk Eraydın'ı ortaokul yıllarından sonra görmek hiç nasib olmadı; daha sonra öğretmenliği terkederek akademik kariye başladığını öğrendim. 80'li yılların başında neşredilen "Kök" dergisinde İslâmî edebiyatla ilgili makalelerini görünce, "İşte bu adam vaktiyle benim hocamdı" düşüncesiyle gururlandığım aklıma geliyor şimdi.

Kendisini daha yakından tanımak, hiç olmazsa bir yerde karşılaşıp elini öpmek, halini hatırını sual etmek ve "Hocam, ben ka'de'nin âdâbını sizden öğrenmiştim" diyebilmek isterdim ama hakkında öğrenebildiklerim çocuk zihninin flu zeminine düşmüş uzak haberlerden ibaret kaldı; aldığım son haber o flu zemindeki Selçuk Eraydın hatıralarını yakıcı bir tesirle keskinleştirdi.

Sonra o sarsıcı ölüm haberi!

Er kişiydi; ümit ederim ki üzerimizdeki hocalık hakkını helal etmiştir. Biz dahi talebelik hakkımızı seve seve helâl ederiz; sadece simdi değil, rûz-ı mahşerde dahi "er kişi" olduğuna şehâdet getiririz. "Biz" sigâsıyla konuşuyorum, çünkü "Hocanın vurduğu yerden gül biter" fehvâsınca rahmetlinin i'tâb edici tokatlarına muhatap olan ve iki kulağından kavranarak yerden yarim metre "yükseltilen" o meçhul arkadaşımın dahi aynı rahmet dileğiyle hüsn-ü şahâdette bulunacağina inanıyorum.

Bu yazı, oniki yaşlarında bir çocuğun git gide muğlaklaşan hâtıralarının penceresinden görünen kısa ve bölük-pörçük intibaları aksettiriyor; en ziyâde, kürsünün üstünde ka'de makamında oturarak talebelerine namazın erkânını öğreten genç bir öğretmene dair intibâlar bunlar. Umulur ki onun ukbâdaki mevkii, "ehl-i secde" olanlarla beraberdir.


Kaynak (Arşiv)