Enstitülü
Köy enstitüsü mezunları, Türk fikir hayatının renksiz, vizyonsuz, düz ama inançlı bir sayfasını teşkil ederler; bir süre öncesine kadar onları genellikle öğretmen olarak işbaşında görürdük, fakat o nesil artık ununu eledi ve eleğini duvara asıp emekli oldu.
Yaşayanlarına hayırlı ömürler, göçenlere rahmet. Onlar Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında izine sıkça rastladığımız kuruluş heyecanı ve dinamizmini yüzyılın ortalarına kadar sırtlayan idealist bir kuşaktı. Altmışlı yılların ortalarında "ortanın solu" cereyanına karışıp diskurlarını kaybettiler. Laboratuvarlarda üretilen yeni domates tohumları gibi ilk jenerasyonundan sonra asliyetini kaybeden bir yapıları vardı diye düşünüyorum; evlatları, ince eleyip sık dokumadan kendilerine en yakın gelen "sol"un muhtelif kanatlarında yer aldılar. "Enstitülük" heyecanı o kuşakla sona erdi, yerine başka türlü heyecanlar eklemlendi.
Köy enstitüleri, köy meselesini yerinde halletmeyi, köylüyü köyünde tutmayı ve köyü kalkındırıp temel eğitimi yaygınlaştırmak suretiyle Cumhuriyet'i dengeli bir büyümeye kavuşturmayı hedeflemişti. Bu gayenin nasıl "tarih dışı"na düştüğünü zaman gösterdi. Türkiye, Grigori Petrov'un tâbiriyle bir "Ak Zambaklar Memleketi" olamadı; ziraat esasına dayalı bir üretim yapısı içinde gelişmiş, elektrik, su, yol, sağlık hizmetleri gibi "asrî" icaplardan istifade edebilen, nüfus artış hızı dengeli ve yatay nüfus hareketleri sâbit bir yapıya kavuşamadı. Türk solunun bir aralar uyanık gözle gördüğü "İskandinav tipi sosyal demokrasi", köy enstitüleri heyecanının tâzelenmesi olarak yorumlanabilir fakat Türkiye'de ekonomi yönetimi, gelir dağılımını hem yüksek hem de âdil bir seviyede tutmayı başaracak enerjiyi gösteremedi. Başbakan'ın bir gençlik hülyasını ayakta tutmak için tekrardan vazgeçmediği "Köykent" projesi, aslında fiilen 'Gençlik Parkı' içinde büyük masraflarla kurulmuş bir Disneyland mostralığı olmaktan öteye geçmiyor.
Köy enstitüsü zihniyetinin Türk siyasetinde temsil edilmediğini kimse ileri süremez: Robert Kolejli orijinine rağmen Başbakanımız meşrep itibariyle bir enstitülü sayılabilir. Ben Sayın Cumhurbaşkanı'nın da aynı meşrep içinde değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Bugünlerde aralarının fena halde "limonî" olması, enstitülü sâfiyetinin realpolitik duvarlarına çarpmasından hâsıl bir hayal kırıklığı gibi okunabilir.
Yüksek dozda romantizm, sarsılmaz bir dürüstlük ve nâmuskârlık tutarlılığı, dışarıya doğru taçlanması gereken zihnî dikkatlerin -tam da Türklere yaraşır bir alınganlık ve müdafaa refleksiyle- içe doğru kıvrılması ve bunların hepsini sıcak çikolata gibi kaplayan bir "Türkiye sadece kendine benzer bir ülkedir" amentüsü. Sanılanın aksine enstitülü zihniyeti, sert denecek ölçüde muhafazakârdır; onların zihnî kararlılığı, asrî ve ilmî verilerle sarsıntıya uğramaz. Sarsılır ama eğilmezler: Ayrıntı okumaktaki başarısızlıkları, kesin inançlı olmalarıyla izah edilebilir ve bu halleriyle zihnî sâbitelerinin fazlalığı, onlarda asla bir entelektüel doğurganlığa müsaade etmez.
Devlet başkanlığında geçirdiği bir buçuk yıldan sonra Sayın Sezer'in pek çok çevrede inceden inceye "selef"ini aratmaya başlaması hayli dikkat çekici. Halbuki, o görevi resmen üstlendiği günden bu yana değişmedi. Vekil maaşlarını düzenleyen anayasa maddesine engel olmak uğruna referandumu göze alması, bana göre enstitülü zihniyet yapısının tipik göstergesidir (Bu arada okuyucularımdan Ahmet Selim Bey'in dün kaleme aldığı "Kurallar Doğru Uygulanmalı" başlıklı nefis tahlilini bir kere daha okumalarını rica ediyorum). Sayın Sezer'in "selef"i, şüphesiz bu vekil maaşları işini referanduma kadar götürmez, fıtrî esnekliği ile meseleyi siyasi usullerle gündemden kaldırırdı. Hayır, "devr-i sâbık"ı mumla arıyor değiliz; bu sadece bir durum tespitinden ibaret.
Hukuk veya anayasa romantizmi anlaşılabilir bir şeydir fakat umûr-ı devlet sade hukukla değil, siyâsetle yönetilir. Hukukla siyaset arasındaki aralık, "söz"le hayat arasındaki mesafeye benzer. Yürütme erkinin başı, üstlendiği görevin sadece "anayasal" değil, "siyasi" bir görev olduğunu da biliyordur elbette.