Emekli paşalarımızdan çok şey mi bekliyoruz?

31 Mayıs, tarihî bir gündü. Önce İskenderun’da bir deniz üssümüz karadan saldırıya uğradı ve aradan birkaç saat geçmeden İsrail, ancak cinnetle izah edilebilecek bir saldırıda bulunarak sivil bir geminin içindeki sivilleri katletti.

Pazartesi benim çalışma günüm; ama o gün çalışamadım. Ekran başına oturup o kanal senin bu kanal benim derken herkes gibi yüreğim ağzımda gelişmeleri izlemeye çalıştım. Elim kalem tutmadı, zihnimi bir türlü toparlayamadım. Şaşkınlık mı dersiniz, şoka uğramak mı?..

Milletlerarası bir kriz vuku bulduğunda, hele bu krizin askerî çatışmaya dönüşme ihtimali belirdiğinde haber kanalları alelacele ekrana çıkaracak bir strateji uzmanı, bu işlerden anlayan bir emekli general aramaya başlıyorlar.

O gün görebildiğim kadarıyla üç emekli general konuştu televizyonlarda. NTV’de Banu Güven’in misafirini (ismini hatırlayamıyorum) ekranda seyrederken, “Keşke hiç konuşmasaydı ve zihnimizde hep öyle kalsaydı” diye düşündüm. Nadir istisnalar dışında emekli generallerimiz, “A bu muymuş?” dedirtecek bir performans sergiliyorlar.

ACI AMA HAKLILAR!

Star TV’de ise Uğur Dündar’ın ta öğle saatlerinde misafir edip mülakat yaptıktan sonra akşam haberlerinde özetini verdiği ve geç saatlerde (galiba Arena programında) yeniden yayınladığı mülakatta ise emekli Koramiral Atilla Kıyat ve emekli Orgeneral Edip Başer konuştular. Her iki emekli asker de olup bitenleri, halk arasında “Etme kulum bulursun” anlayışına ve dolayısıyla hükümetin basiretsiz siyasetlerine bağlayan bir duruş içindeydiler. Meselâ şöyle diyordu Kıyat Paşa:

-Bir taraftan teröristle el ele izlenimi verip bir taraftan da yıllarını bu teröristlerle mücadele ile geçirmiş kişilere de terörist damgasını vuran bir devlet, söylemesi çok acı ama, hak etmiş demektir…

Ardından, insanda “Bu mudur?” düşünceleri uyandıran zihin açıcı fikirler: “Eğer sizin hedefiniz anneler ağlamasın, ancak onun hedefi de bölgede bir otonom Kürt devleti kurmak ise o zaman bu açılımın başarıya ulaşması mümkün olmaz.”

Kıyat, nasıl başladığı ve stratejisi belli olmayan ancak ‘anneler ağlamasın” gibi kulağa hoş gelen bir sloganla açılımın geldiği noktanın bu olduğunu belirterek “Annelerin ağlaması durmamıştır. Her iki tarafı da mutlu edecek henüz bir adım atılmamıştır. Birtakım karşılama törenleri yapılmış, gecekondu mahkemeleri kurulmuş, bütün bunları yaparsanız gelir sizi İskenderun’da vururlar.” diye tamamladı sözlerini.

ERGENEKON SANIĞINA AKIL DANIŞIYORLAR

Emekli paşaların İsrail ve İskenderun kriziyle ilgili fikirlerini bağladıkları ana nokta, bazı muvazzaf veya emekli ordu mensuplarının sanık sıfatıyla yargılanıyor olmalarıydı. Yurt dışı gezi programı sebebiyle Genelkurmay Başkanı’na vekalet eden Genelkurmay Harekat Başkanı Korgeneral Mehmet Eröz’ün Başbakanlık’taki kriz toplantısına katılmış olmasını da “Hem yargılamaya kalkışıyor hem de toplantı yapıyorsunuz; bu nasıl bir çelişkidir” makamında eleştirmekten geri durmadılar. Bu husus, Ergenekon sanıklarını peşinen mazlum ilan eden bazı yayın organlarında da eleştirilecekti; şöyle diyorlardı:

“Hangi askere akıl danışıyordu hükümet? Daha dün Ergenekon sanığı olarak sorgulanan Korgeneral Mehmet Eröz’e...! Yani daha dün yandaş medyanın, ‘Arınç’a paraf atan komutan’ diye suçladığı askerimiz. İşte iktidarın Mavi Marmara’ya düzenlenen saldırıyla karşılaştığı bir başka çıplak gerçek de buydu. Her fırsatta küçük düşürmeye çalıştıkları, her fırsatta terörist muamelesi yaptıkları, her fırsatta darbeci suçlaması getirdikleri askere ‘akıl danışma’ pozisyonuna düşmüşlerdi.”

Bu yorumları yapanların, sanıkla mahkûm, gözaltı ile tutukluluk arasındaki farkı bilmedikleri düşünülebilir mi? Elbette bilirler ama bütün ülkenin nefesini tutup sancılar içinde izlediği bir kriz ortamında çıkıp böyle yorumlar yapmak için, asgari hukuk bilgisinden daha fazlasının gerektiği açık.

“KÜRDİSTAN TANINSIN Kİ İCABINDA CEZALANDIRALIM!”

Kıyat, bu kadarla yetinmedi, ne kadarı sahici, ne kadarı istihzâ olduğu pek kestirilemeyen ama ciddi olduğunu sandığım bir edâ ile şunları da söyledi:

-7-8 yıldır mevcut sınırları içinde Kürt devletinin tanınmasını (istedim). Kürt devletini ilan etsinler, ilk tanıyan da Türkiye olsun. O zaman karşınızda bir devlet muhatap olur. Zaten Türkiye’nin ağabeyliği olmadan böyle bir devletin ayakta kalması mümkün değildir. Ama bu devlet herhangi bir nedenle senin iyi niyetini suistimal edip senden bir şey koparmaya çalışırsa dünyanın en güçlü silahlı kuvvetlerinden bir tanesiyiz diyoruz ki, öyleyiz, o devletin tepesine inersiniz. Bir devletin tepesine inmek, bir teröristin tepesine inmekten daha kolaydır.

Ben bu sözleri 31 Mayıs günü TV ekranından kulağımla duydum; ertesi gün, “Yanlış işitmiş, yanlış anlamış olabilir miyim?” diye bir vehimle basın taraması yaptım: Doğruymuş, aynen böyle söylemiş.

Üzüldüm.

Belki de biz kurmaylık eğitimini başarıyla tamamlamış üst subaylarımızdan, entelektüel ve siyasi basiret derinliği beklemek noktasında hüsn-i zan içinde bulunuyoruz. İstisnâlar elbette var ama istisnâ!

DÜNDAR TAŞER’İ TANIMAK VE HATIRLAMAK…

Tam da bu noktada şöyle düşündüm: Acaba Atilla Kıyat Paşa, kendisine kıyasla ağabeyi mevkiindeki Tankçı Kurmay Binbaşı Dündar Taşer’i tanımış, yazdıklarını okumuş muydu?

Dündar Taşer, 27 Mayıs darbecilerinin oluşturduğu Millî Birlik Komitesi üyelerinden; darbeden çok geçmeden diğer darbeci arkadaşları tarafından 14’ler hareketi içinde açığa çıkarıldı Fas’a diplomat sıfatıyla gönderilerek görevinden uzaklaştırıldı. Anteplidir. 13 Haziran 1973 tarihinde Ankara’daki evi önünde geri manevra yapan bir ekmek kamyonetinin altında ezilerek rahmetli oldu. Ölümünden sonra yakın dostu Ziya Nur Aksun tarafından kaleme alınan “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” isimli kitap, bize Dündar Taşer’in “fikir adamı ve entelektüel” kimliğinden ipuçları göstermesi bakımından çok dikkate değer bir kitaptır.

Kıyat, Taşer’in Büyük Türkiyesi’ni okumuş muydu; bilinmez ama yukarda ifadeye çalıştığım beklenti böyle bir şeydir; biz, değer verdiğimiz üst komutanların her birinden birer Dündar Taşer performansı bekliyoruz ama ne yazık ki genellikle bu ümidimiz gerçekleşmiyor.

YÜZBAŞI DELOS YAPAR DA YARBAY KIYAT YAPAMAZ MI?

Kıyat Paşa hakkında beni bu karamsarlığa sevk eden sebep, sadece yukarıdaki değerlendirmeleri değil. 16 Mayıs 2010 tarihli Vatan Gazetesi’ne verdiği bir mülakatta 12 Eylül darbesinden bir gün önce darbeyi bir şekilde haber aldığını ama eğer “Ülkücü bir cunta” darbe yapacak olursa, komutanı olduğu Savarona yatı ile İtalya’ya kaçarak direniş yapmayı planladığını anlatıyor. Sözlerimizi bu hoş hâtıra ile noktalayalım en iyisi:

“12 Eylül’ün hemen öncesi. Ben de Deniz Harp Okulu öğrencileriyle seyirdeyim. Türkiye’de bir şeylerin olacağının farkındayım ama kimse bir kurmay yarbaya darbe yapacağız falan demiyor. Bu yüzden bugün bu Balyoz operasyonlarına hayretlerle bakıyorum. 167 kişinin önünde darbe provaları olsun, bunlar kaydedilsin falan! 11 Eylül günü Çanakkale’ye demirledik. Akşam bir mesaj geldi. Heybeliada’ya dönmem emrediliyordu. Gemiye dönmek için motora binerken, karargâh subaylarından biri, ‘Sabaha karşı saat dörtte radyoyu açın’ deyince de darbe olacağını anladım. Ama ihtilal, emir-komuta zinciri içinde mi olacaktı? Yoksa o günün ülkücüleriyle hemen hemen aynı kafada olan bir general önderliğinde mi? İkinci şık beni çok ürkütüyordu. Ben de bunun üzerine kararımı vermiştim. İkincisi olursa Savarona’yı İtalya limanına götürecek ve oradan darbeye muhalefet edecektim. Sabaha karşı, Silahlı Kuvvetler’in ülke yönetimine el koyduğu radyodan okundu. Emir-komuta zinciri içinde yapılmıştı ve herhangi bir zümre adına değildi. Ama 12 Eylül yönetiminin daha sonra yaptıklarını görebilseydim, Savarona ve Deniz Harp Okulu öğrencileriyle İtalya’ya iltica ederdim. Savarona’yla! Büyük yankı bulurdu herhalde!

1967’de Albay Papadopulos komutasındaki cuntacılar yönetime el koyduğunda bir Yunan yüzbaşı Delos isimli gemisini alıp İtalya’ya kaçmıştı. Kendini İtalyan makamlarına teslim etti. O çocuk sonra bir kahraman olmuştu. Derdim kahraman olmak değildi ama bir Yunanlı cuntaya direnebiliyor da bir Türk niye direnemeyecekti! Hele bunu Savarona ile yapmak!

Haksız mıyım?


Kaynak (Arşiv)