Emekli general

Bir emekli general dolmuşa, otobüse, hatta taksiye binemez kolay kolay. Ellerini cebine sokup ceketin düğmelerini fora ederek kaldırımlarda rastgele yürüyerek güzel bir günün tadını çıkaramaz. Her lokantaya giremez, her dâvete icâbet edemez; hepimizin yaptığı sıradan işler; bakkala markete girip alışveriş etmek, bir ahbabın dükkanına girip iki satır çene çalmak, simitçiden simit alıp öğün geçiştirmek, bir sinema önünde soluklanıp herkesin yaptığı gibi afişleri seyre dalmak ona gîran görünür; kibirlendiğinden değil alışmadığından ötürü yadırgar.

Siz hiç emekli general oldunuz mu?

Olmadınız; içinizde belki emekli subay vardır ama emekli general çıkacağını zannetmem.

Dolayısıyla emekli general olmanın nasıl bir şey olduğunu bilemezsiniz, ben de bilemem; dolayısıyla onların dünyasına girmek, zihni yapılarını anlamak, hayat görüşlerini öğrenmek için fazlaca şansımız bulunmuyor.

Evet, dışardan bazı bilgiler edinmek, o bilgilerden hareketle geriye doğru gidip genellemeler yaparak üç aşağı-beş yukarı bir fikir inşa etmek mümkün ama ne derece yeterli ve sağlıklı?

Türkiye'de general olmak, her muvazzaf subay kuşağı içinde belki binde birine nasib olan bir hadisedir; tam rakamı bilmiyorum, tahminen söylüyorum; yani generallik sıradışı bir görev ve rütbedir.

Kolay bir iş değil; "kurmaylık" sıkıntısı daha üsteğmenlik rütbesinden başlar. Kurmay imtihanına kabul edilmek için iyi sicil almak da gerektiğine göre, neredeyse daha Harbokulu son sınıftan itibaren generallik stresinin başladığını tahmin edebiliriz.

Harp Akademilerine kabul safhasında çok ciddi bir imtihandan geçildiği açıktır; yaşıtı ve rütbedaşı yüzlerce aday arasından sıyrılıp Akademiye giren öğrenciyi artık daha çetin bir tempo bekliyor olsa gerektir; o iki yıl boyunca nasıl ders çalıştıklarını yine kendileri bilirler.

Bir dakika.., bunu tahmin edebilirim zannediyorum çünkü vaktiyle bu satırların yazarı da, Harp Akademisi kadar zorlu bir mektep olmasa da, bir kısım topçular tarafından ona denk addedilen bir başka ilim ve irfan yuvasında askeri eğitim ve ders görmüş bir emekli asteğmendir netice itibariyle!

Haftasonu izinlerinden oniki saat daha geç dönmek imtiyazı koparabilmek için yazılı imtihandan 90 üzeri not almak usûlü vardı bir zamanlar Topçu ve Füze Okulu'nda. İşte o 12 saatlik imtiyaza nâil olabilmek için (Pazar akşamı 17 yerine pazartesi sabahı beşte nizamiyeden giriş yapmak hakkıdır bu bahsettiğim), bölük yatakhanesinin tuvaletlerinde bile nasıl Taktik ders kitabına çalıştığımızı hatırlıyorum da, kurmay okulunda okuyan genç subayların halini öyle takdir edebiliyorum!

Diyelim, bir talihsizliğe uğramadan Akademi'den mezun olup kıdemli yüzbaşı rütbesiyle "yakayı kızartarak" (Kurmay subaylar, vaktiyle hangi sınıfa mensup olurlarsa olsunlar, bu sıfatı kazandıkları andan itibaren vişne çürüğüne yakın kızıl renkte nefte takmaya hak kazanırlar; yaka kızartmak tâbiri buradan geliyor) yeniden tayinle birliklerine atandılar. İş biter mi? Asla! Binbaşılık, yarbaylık ve albaylık rütbelerinde geçecek yıllar zarfında hep başarılı olmak, iyi sicil almak, hata yapmamak endişesi insanı nasıl zorlar tasavvur edebilir misiniz?

En zoru ise Kurmay Albaylığın son yılında, Tuğgeneralliğe atanma sırası gelmiş subayların hâli olsa gerektir. Ya tamam, ya devam noktası; ya generalliğe terfî edip silahlı kuvvetlerde tamamen yeni bir kariyere başlar, ya da kadro yokluğu sebebiyle emekliye ayrılırsınız. Üst subaylardan çoğunun bu travmatik yol ayrımında ne kadar huzursuz ve uykusuz geceler geçirdiğini tahmin ederiz de, bunun nasıl bir şey olduğunu bilemeyiz.

Tuğgeneral olmak üst subaylar için çok önemlidir ama orada bitmez; daha bunun Tüm, Kor ve orgenerallik terfi basamakları var.

Her yılın temmuz sonu ağustos başlarında Yüksek Askeri Şûra toplanır. Hiyerarşi piramitine göre orgeneral sayısı tuğgeneralden az olduğu için, haberlerde yayınlanan atama listelerinde kaç general için yine kadro yokluğu sebebiyle yolun bittiğini, kaçının sevinç içinde yollarına devam ettiğini de bilmeyiz.


Şimdi yeniden hatırlatıyorum: Siz hiç emekli general oldunuz mu?

Olmadınız!

Sizin, yani hepimizin bildiği şey, emekli generallerin o meş'um 31 Ağustos sabahı, yıllardır gururla taşınan askeri üniformayı çıkararak gardroba asıp, yerine sivilleri çekerek o pek az tanıdıkları sivil hayata karışmaktan ibarettir.

Bir emekli general dolmuşa, otobüse, hatta taksiye binemez kolay kolay. Ellerini cebine sokup ceketin düğmelerini fora ederek kaldırımlarda rastgele yürüyerek güzel bir günün tadını çıkaramaz. Her lokantaya giremez, her dâvete icâbet edemez; hepimizin yaptığı sıradan işler; bakkala markete girip alışveriş etmek, bir ahbabın dükkanına girip iki satır çene çalmak, simitçiden simit alıp öğün geçiştirmek, bir sinema önünde soluklanıp herkesin yaptığı gibi afişleri seyre dalmak ona gîran görünür; kibirlendiğinden değil alışmadığından ötürü yadırgar. Hele onu tanıyamayanların "amca, beybaba" hatta "beyefendi" şeklinde hitap etmelerine alışması çok daha eziyetlidir.

Neyse ki orduevleri, askeri mahfiller vardır; oralarda en azından eski hayatını andırır gelenekler ve askeri disiplin hüküm sürmektedir.

Bir emekli general, çocukluk yaşlarından itibaren vatanı savunma doktrini üzerine eğitim görmüştür; fikri dünyasının merkezinde bu anafikir vardır; bir de Atatürk sevgisi. Yeni hayatında ona yol gösterip yardım edecek bir başka donanımı yoktur genellikle.


Bir televizyondan veya gazeteden savunma konularında görüş istendiğinde, birikimini nazlanmadan sunmaya gayret eder. Bazıları, son günlerde sayıları artan ulusalcı kuruluşlarda aktif görevler alıp konuşmalar yaparak gönüllü ve hasbî tarzda hizmetlerine devam ettikleri inancındadırlar.


Emekli bir general olmak zor iştir; belki tahmin ettiğimizden daha zor. Biz ise onları sadece gazetelere verdikleri sert demeçlerden, basın toplantılarındaki bükülmez nitelemelerinden, köşeli lâflarından veya ABD'nin Irak'ı işgal ettiği günlerde olduğu gibi bir kısmı doğru çıkmayan askeri analizlerden tanıyor, öyle değerlendiriyoruz.

Bir başka türlü olmak ihtimâli yoktur onlar için. Peki, bizim için var mı sanki; kaçımız günün birinde yeni bir hayata başlamayı ve onun gereklerine itaat etmeyi göze alıp bu yeni ve yadırgatıcı duruma uyum gösterebiliriz ki?


Sahi, "anlamak affetmektir" diyen o filozof kimdi yahu, dilimin ucunda ama bir türlü çıkaramıyorum!


Kaynak (Arşiv)