"Elim yok!"

Çocuklar ki, bazı konularda zâlimdir; ama onlar bile oyun esnasında usanç getirdiklerinde ya, "elim yok" deyip kendilerini etkisizleştirmek ihtiyacını hissederler ya da "al kardeşim, ver kardeşim / ben yoruldum sen oyna" diyerek dinlenme haklarını kullanırlar. İnsanın bazen "ben yoruldum sen oyna" diyesi geliyor.

Bugün 23 Nisan ama neşelenememek için ne lâzımsa mevcut.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı! Bayramdan çok temenni. Çocuklar canımız ciğerimiz; bugünün çocukları, yarının işsizleri. Cumhuriyet fikrinin "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle" idealine abana abana üçüncü çeyrek sularında kendi toplumumuzun zencilerini de inşâ etmeyi başardık. Bugünün çocuklarından mühimce bir kısmı yarının "colored" sınıfını teşkil edecek: İşsiz, dilsiz, niteliksiz, marjinal, daha doğmadan binlerce dolar borçlu ve aile büyüklerinin inanç ve kanaatlerinden ötürü peşinen mahkûm. Zenci olmak için ille de kara derili olmak gerekmiyor.

Çocuklar ne kadar zâlim olsa da büyüklerle boy ölçüşemiyorlar. Cicili, bicili, ne fedakârlıklar pahasına rengârenk giydirilmiş çocukların alay halinde mülkî ve askerî erkân önünden geçirilmelerinin anlamını hâlâ çözebilmiş değilim. Bizim milli bayramlarımızın duruşunda bir garâbet hissedilir zaten. Merkezde ve odakta devlet vardır. Günler öncesinden mülkî ve askerî erkânın bayramı rahat koltuklarda, güneş ve yağmurdan etkilenmeden seyretmeleri için protokol tribünleri hazırlanır; "hizâ"dan anlamayacakları ikaz için yola beyaz şeritler çekilir. Devlet, merkezde sâbit durur; millet, erkân tribününün önünden geçer. Bu tören nizamı, vücut dili itibariyle devletin, milleti takdis ve ibrâ merâsimidir. Millet açısından ise bağlılık ve itaat gösterisi. Esasen bayram yapması gereken ahali ise, koruma çemberlerinin ardında seyirci mevkiindedir. Meydanda neler olup bittiğini görmek için birbirlerinin omzu üzerinde yükselmeye çalışırlar.

Fî tarih; 23 Nisan Bayramı'na hep gündelik kara önlüğüyle, okul kafilesinin en ardında katılır dururduk. O sene rahmetli anacığım imkânlarını zorlamak pahasına beni kostümlü öğrenciler zümresine sokmaya azmetmiş olmalı ki, on-onbeş arkadaşla birlikte "jokey" kılığına girdik. Lacivert kısa pantolon ve yelek, aynı renkten bir jokey şapkası, beyaz pabuçlar, beyaz gömlek ve çorap. Jokeyliğimiz şuradan belli ki; bir süpürge sopasının ucuna iliştirilmiş mukavva at kafasından mâmul küheylânı, cılız bacaklarımızın arasına sıkıştırarak kişneye kişneye yürüyoruz. Tam protokol tribününün önünden geçerken sağa bakıp erkânı selamlamamız tembih edilmiş. Komutla birlikte sağa bakıyoruz; o da ne? Herkes kendi âleminde, belli ki seyirden, alkıştan yorulmuşlar, kendi aralarında sohbet edip gülüşüyorlar. Bilmiyorlar ki önlerinden geçen istikbâldir!

Ve tabii müthiş bir hayal kırıklığı; onca hazırlığın, masrafın ve fedakârlığın boşa gittiğini hissetmenin öfkesi vesaire... O günkü çocuk aklımla, devletin biz çocuklardan niçin daha ötede ve yüksekte, koruma çemberleri içinde ve güneş tenteleri altında kendi âlemine daldığını bir türlü anlayamamıştım; hâlâ aynı hayret ve kırgınlık içindeyim.

Bu fasıl, bayramın "çocuk" faslı; "milli hâkimiyet" kısmına geçmek için bende tâkat kalmadığını hissediyorum; sadece birkaç kısa tespit: Jean Bodin, bundan 450 sene önce "egemen"i, en yüksek buyurma gücüne sahip kimse diye tarif etmiş; öyle ki, bir başkası, egemenin üstünde buyurma gücüne sahipse asıl egemen haline geliyor. Cumhuriyet, egemenliğin Millet Meclisi vasıtasıyla kullanıldığını varsayıyor. Hatta bugün TBMM'de bu fikri teyid için özel bir oturum yapılması bile âdettendir. Nitekim I. TBMM'nin duvarındaki celi tâlik levhada şöyle yazıyordu: "Hâkimiyet, bilâ kayd ü şart milletindir".

Tahlile gerek göstermeyen nokta bu işte; insana "elim yok" veya "ben yoruldum, sen oyna!" dedirtecek yer.


Kaynak (Arşiv)