Ekmek mi, bomba mı?

Savcı’nın “devlet şuuru” göz yaşartıcı. Tarihin derinliklerinden gelen boğuk ve kahhar bir sesle konuşuyor ve biz ölümlü, sıradan TC vatandaşlarına oyunun temel kuralını hatırlatıyor:

-Devlet gücü başka bir şeydir. Bunları söküp atar. Türkiye böyle şeyleri yaşadı. 12 Eylül’ü hatırlayın, o zaman 500 bin kişi gözaltına alınmıştı. Binlerce kişi mahkeme karşısına çıkarıldı. Gerekirse bu devlet bunu yine yapar kendini korumak için...

Doğru söylüyor ve gerçeği kabak gibi görmemize yardımcı oluyor; Devlet, “murad edinirse, cümle donanmanın direklerini altından, lengerlerini gümüşten, iplerini ibrişimden ve yelkenlerini atlastan etmekte güçlük çekmez!” Netekim yapmıştır da; buna rağmen denizcilikte niçin sıfır çekip durmakta olduğumuz bir fasl-ı diğerdir!

İşte icab edince 1915’te birbuçuk milyon Ermeni vatandaşını bir haftada yurdundan söküp, köşebaşlarında ırz, can ve mal düşmanlarının bekleştiği bir güvenlik (!) ortamında sürgüne gönderir. Yüzbinlercesi bir daha geri dönemez. Kimse de “n’aapıyorsun arkadaş” diyemez; hâlâ da diyememiştir!

Kendisiyle tutarlı olmak zorunda değildir, lâyüseldir bilakis! Milli Mücadele’de desteğini aldığı Kürt vatandaşlarını, Şeyh Sait isyanına katıldınız diye askerî güçle ezer. Aliler divanı kurup darağaçlarına çektirir, artanını tenkil eder. Kürtler bir türlü uslanmaz ama; yirmi civarında irili ufaklı isyana daha kalkışırlar. Devlet kızar, “Yoktur Kürt-Mürt be; Türksünüz işte” diye çıkışır. Kürtler 80 sene adam yerine konulmamanın hicranıyla yaşarlar.

“Şapka giyeceksiniz, deprenip durmayın” der, giyeriz; “At o alfabeyi elinden” der, atarız. “Din eğitimi neyine senin” diye aksilenip medreseleri kapatır, yutkunuruz. Dilimiz, tarihimiz bile onun hışmından kurtulmamıştır.

Devlet böyle bir şeydir; azizdir, mübârektir; transandantal, hatta mistik bir şeydir. Devrin bir tarihçisine kızdığı için topluluk ortasında, “Masaya çık ve ben bir eşeğim diye bağır” diye emretmiş; adam, korkusundan denileni yaptıktan bir süre sonra kahrından ölmüştür.

Dersim’de 1937 senesinde isyana yeltenenlerin üstüne tayyarelerle ölüm olup yağar devlet; 13 binden fazla sivil katleder, bir o kadarı sürgüne yollar; buz gibi hükümranlık hakkıdır. İsteseydi netekim bombaların ucunu gümüşle kaplatırdı!

Hikmetinden sual olunmaz; gerekirse yaramaz adamlarını İttihatçı diye sallar ipte; icab eder Komünist tevkifatına çıkar, rüzgâr dönünce Turancı, Nurcu avlamaya başlar. Vurduğu yerden milli irade, kestiği yerden insan hakları, parçaladığı yerden hukuk fışkırır. Öyle bir şeydir; 1960’ta Türkiye’yi parselleyip satmaya kalkışan DP iktidarını bir sallayışta devirip, “suçlular”ını darağacında sallar, kendini tehlikede görürse sıkıyönetime geçip, az önce yaptığı hukukun içine tükürür. Nitekim sayın savcının işaret buyurduğu üzre 1980’de, “Neyinize ulan sizin anayasa” diyerek güzel ve müşekkel bir darbe yapmış, 500 bin kişiyi enselemiş, binlercesini mahkemelerinde inin inim inletmiştir. Oh olsundur, bize azdır bile!

“De facto” bir şeydir bu; kanunlar üstüdür, horultusu, gafleti bile hukuk olur ve kendini asla bağlamaz. Her şeyden öncedir, vatandaşa rızkını verir; herkesi gözetler ve dinler, gerekirse kulağını çeker, yargılar, öldürür, çeker vurur bakarsınız. Hangi ilaha kulluk edeceğimiz bile onun talimatıyladır. Lâyıksak adam yerine koyar, yükseltir, hele “devlet şuuru”nu hakkıyla hazmetmiş ise tutabilene aşkolsun!

Onun dışında ve ona rağmen var olmaya çalışanları asla affetmez; “İyi ama ben de kendimce bir vatandaşım; hani benim demokratik haklarım, mıymıy da mıymıy” diye vızıldananlara yeri gelince bir savcı veya bürokrat, olmadı gazeteci sûretine bürünüp boğuk bir sesle ihtarda bulunur: “Suyun aşağısında duruyorsun ama suyu bulandırıyorsun!”

Bu sıkıcı oyunda sıradan insanlara düşen tek rol mutlak bir itaat ve son nefeste, “Ha ekmeğini yemişim, ha uğruna kurşun” diyerek huzur-ı kalb ile teslim-i ruh eylemektir! Canım devletim benim!


Kaynak (Arşiv)