‘Efendimiz’e arz-ı hâl
Efendimiz; evvelâ sana ve âl-i ashâbına hicâb ile selâm ederiz.Yarın mübârek velâdetinizi bir kere daha idrake çalışacağız. Peşinen arzedelim; emânetiniz ve hâtıranıza lâyıkıyla riayet edememekten ötürü çok mahcûbuz.
Siz, “Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben Rahmet peygamberiyim” buyurmuştunuz; bugünki hâlimizi taşradan görenler hakkımızda, “Bunlar, o emânetin hâmili değiller, zirâ görünür alâmetleri tefrika olmuştur. Ağızlarında güzel sözler var fakat yaptıkları söylediklerini tekzîb ediyor, galiba bunlar başka bir ümmet olmasa gerektir” diye düşünseler yeridir.
Ey Fahr-i âlem; başta size nâzil olan Kitâb, âhiren sizin hayatınız, sünnetiniz, hadiselere yaklaşma ve müşkül halletme usûlünüz olmak üzere tarîkiniz üzerine bize gelen zihnî ve ahlâkî mirası temsilde zaaf ve gaflet içindeyiz. Bu kıymetli miras, aramızdaki ihtilâflarda hakem olamıyor. Sûreta aynı Kitab’a baş eğiyor fakat ahkâmını lisandan kalbe indiremiyoruz.
Siz dünya işleri için hiç kızmazdınız. Kendi şahsınız için asla öfkelenmez ve öç almazdınız. Biz -vâ esefâ- bizden farklı düşünen kardeşlerimiz aleyhinde intikam gazveleri tertîb ediyoruz Efendimiz; yüzümüz yerden kara…
Mübârek ağzınızdan kem söz sâdır olduğu vaki değildi. Affediciliğiniz lütûf eseri gibi görünmezdi, tabii idi ve düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdiniz. Biz, değil sevmediklerimize şerefli bir ric’at fırsat vererek kalplerini hayra ısındırmak, onların da bizim gibi Müslüman olduklarını bile hatırlamak istemiyoruz Ya Seyyidel-evvelîne vel âhirin.
Siz, hoşlanmadığınız bir şey hakkında susardınız. Biz ise değil sükût etmek tellâllar gibi âvâz ediyoruz; n’ola hâlimiz?
Hiç kimseyi yüzüne karşı ve arkasından kınamaz ve ayıplamaz, kimsenin kusurunu araştırmazdınız. Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdiniz. Biz, kelimelerin ucunu sivriltip zehire batırarak birbirimizin kalbinde ölümcül rahneler açıyoruz Efendimiz.
Âdet üzere sarf edilen hiçbir kötü söz ağzınızdan duyulmamıştı; en sıkıntılı hallerinizde bile kabalaşmaz, bağırmazdınız. Ey Resûl-i Ekrem bizde bu hüsn-i ahlâktan eser kalmadı.
Sabahları evinden çıkarken, “İlâhî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım” derdiniz; bizde öyle inceliklerden eser kalmadı. “Selâm”, aramızda bir selâmet melcei olmaktan çıktı. Zâhirde karıncanın hayat hakkını gözeten diğerkâmlığımız, en galîz bencilliklerimizin kılıfı oldu.
Biz şimdi aynı lisân üzre yekdiğerimizin helâkini dileyen bir zillet içindeyiz. Birleştirdiğini sandığımız “din dili”, ihtilâfın lugâti oldu. Şaşkınlık ve perişânlıkla mâlulüz. Hakk’ı Hakk, bâtılı bâtıl bildirecek müştereklerimiz sarsılıyor; rûhuna kalbimizi koymayı unuttuğumuz secdelerin kıblegâhı, coğrafî bir istikametten ibaret kaldı.
Ey Şefî’ül müznibîn, ey biz günahkârların çare melcei; işte arz-ı hâl kağıdımız başından sonuna, onca zaman İslâm ümmeti olmak tecrübesinin yüzünü kızartan mürekkep lekeleriyle mülemmâ. Bu kâğıt ile “ümmetin olmak”lığı umacak bir yüzümüz yok lâkin bir ümit, bir recâ’ kırıntısı ile arz ederiz ki, (mânâ ve kadrini) lâyıkıyla bilemesek de Şâkir kulunun deyişiyle “Kıble-i kalbimiz” yine de seninle beraberdir; gözümüz sendedir.
Bizi eteğine yapışıp kurtulanlardan olmak şerefinden mahrum etme. Yarın mahşer gününde bizleri görünce yüzün öte döndürme ey iki cihanın pâdişâhı. [email protected]