Efendim nerde, ben nerdeyim?
Kitapla hayat arasında ne kadar çok mesafe var…
Kitap derken, hem İslâm kültüründeki mâruf karşılığı ile Kur’an’ı, hem de iki kapak arasındaki her türlü metni kastediyorum ve siz buna rahatlıkla anayasayı, kırmızı kitabı veya imar, ihâle mevzuatı gibi şeyleri de ilâve edebilirsiniz.
An itibarıyla Kur’an dahil, her tür metinle ilgimizi kesmiş gibiyiz. O metinler, Eflâtun’un idealar âleminde bize dokunmadan, etkilemeden, yaralamadan boşlukta yüzen kelime öbekleri gibi…
Evet, “Kitâbî”liği hâlâ çok önemser görünmeye çalışan bir cemiyetiz fakat aynı zamanda teorik bir disipline girmekten nefret eden, akan suyun kendi yatağını bulmasını andırır şekilde davranışlarımızı sevk-i tabii, yani içgüdülerin telkinine bağlayan bir pragmatik yanımız var.
Metinlerden bahsederken Kur’an’ın altını özellikle çiziyorum. Miting meydanlarında kalabalıklar görsün diye sallanan ciltli kitapla içinde yazılanlar arasında bir mutabakat göremiyorum. Sanki O, iki kapak arasına konulmuş birkaç yüz sayfalık sıradan bir eserdir ve onun meâli ile davranışlarımız arasında hiçbir mecbûri bağ yokmuş gibi davranıyoruz. Kur’an’a bu muameleyi revâ gören anayasaya neler yapmaz?
Benim mensup olduğum kuşak her mânâsıyla ‘kitab’ı bugüne nazaran daha fazla ciddiye almıştı; ne kadar hakkını vermiştir, ayrı mesele!. Marksistler, ütopyaları için ölümü göze alabiliyorlardı; İslâmcıların ‘Kur’ânî bir hayat’ tasavvurları vardı; Ülkücülerin ise bir uğruna ölmeyi bile değer buldukları bir ülküsü… Kitabın, yani ‘fikir’in en mühim şey olduğunu düşünüyorduk. Anlaşamayan, hatta çatışanlar arasında fikrî, dolayısıyla siyâsî olduğunu zannettiğimiz bir ihtilâf vardı.
Meğer aslında tek mesele varmış; ahlâk. Meğer ahlâki tutarlılık, hayatın içinde birbiriyle en çok çatışan fikirleri bile yanyana yaşatabilen bir erdem imiş. Fikir veya siyaset olduğunu zannettiğimiz şey ise ahlâki istikametin kantarında tartılması gereken bir imtihan ayrıntısı… Devlet de öyle bir soyut fikirdir meselâ; onunla ve ondan imtihan ediliriz; siyâset öyledir, aile, mülkiyet, içgüdülerimiz öyledir, insan ilişkileri öyledir; hepsi sadece bir imtihan vesilesi…
‘İsyân Ahlâkı’ adıyla devlet ve fert arasındaki ilişkileri liflerine kadar ayırıp tahlil eden Nureddin Topçu’yu hatırlamamak ne mümkün? Fransızca orijinali “Conformisme et Révolte” ismini taşıyan bu eserinde Topçu, Konformist ahlâkı eleştirir. Ahlâkta irâdeyi ‘isyan’ kavramıyla izah eden Topçu, kelimenin Türkçedeki sevimsiz karşılığından ürkenleri, ‘hayat rüyalarının bozulmasından kork’makla suçlayarak şöyle devam ediyor: “[İsyan irâdesi] mevcut nizam içindeki bütün imkanları kullanıp her zaman menfaat ve ihtiraslarının tatminine koşan insanlığa karşı gelerek, yani isyan ederek yeni ve daima daha üstün nizamlar yarata yarata Allah’a doğru ilerlemektir.”
Birkaç alıntıyla özetlemenin mümkün olmadığı bu mühim eser şimdi, bütün meâli iki kapağının arasında kalmış bir halde kütüphanelerimizde duruyor ve biz Topçu’yu, meramını kendi kuşağına bile doğru dürüst anlatamamış, kitlelerden kopuk bir düşünür olarak hatırlıyoruz. Bu hükme en yakınındaki muakkiblerini de dahil etmekten acı duyuyorum.
Siyasi muhayyilemizi harekete geçiren şeyler genellikle harcıâlem ve basit sloganlardır. Tefekkür cehdi Türkiye’de hâlâ onunla uğraşanların hafif tertip ‘kafayı tozutmuş’ sayıldıkları bir ülke. Ömrü fikir çilesiyle geçen bir Cemil Meriç’i bugünün aktüalitesi içinde düşünemezsiniz; kezâ Nureddin Topçu’yu, Erol Güngör’ü de… Ne yaparlar, nasıl davranırlardı kestirmek zor ama Necib Fâzıl veya Serdengeçti için aynı sualin cevabı daha kolaydır.
Ve onlara gelene kadar akşam olur; asıl kanatıcı sual şurada: Kur’an nerede, biz neredeyiz?