Düşünmenin geometrisi üzerine düşünmek

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" olmak kâğıt üstünde imrenilmesi gereken bir fazilet gibi görünür; meselâ evlatlarımızın böyle meziyetler taşımasını, muhataplarımızın böyle insanlar olmasını isteriz. Ne var ki hürriyet kavramı, insan tabiatındaki en derin çelişkileri açığa çıkarır.

Fikren hür olmakla gaflet ve dalalet içinde bulunmanın, irfânen hür olmakla sapkınlığa kapılmanın, vicdânen hür olmakla sorumsuz davranmanın aynı şey gibi göründüğü yüzlerce durum söz konusu olabilir. Doğrusu biz kâğıt üstünde hürriyetten yana tavır almanın güzelliğini takdir etmekle beraber, hürriyeti, alışık olduğumuz değer kalıplarının çerçevesiyle sınırlandırmayı tercih ederiz. Hürriyet hakkında fikir sahibi olmakla "hür olmak" veya başkalarının hür davranışlarına katlanıp saygı göstermek çoğu defa birbiriyle ilgisiz şeylerdir. Fikir hürriyetini düzenleyen kanun koyucuların bile en çok zorlandıkları ve kriter bulmakta sıkıntıya düştükleri alan, hürriyetlerin korunması ve kullanılması meselesidir.

Alışagelmiş değer kalıplarının ve moda cereyanların herkesçe mâlum sınırları, genellikle hoşgörünün de hudutlarını tayin ediyor; mevcut sınırları geçerek olaylara yeni bir bakış açısı getirmek arayışı çabucak "i'tizal" yani sapkınlık gibi değerlendirilebiliyor. Halbuki düşünmek denilen şey, mütemadiyen bakış açısının ve duruş yerinin değiştirilmesi demektir. Bir şeyi "anlamak", o şey etrafında mümkün olduğunca çok sayıda farklı bakış açısına sahip olmayı gerektirir; oysa ki çoğu kere anlamanın yeterli bilgiye sahip olmakla mümkün olabileceğini zannederiz. Bilgi elbette gereklidir ama bilgiye anlam veren şey, o bilginin tasarruf tarzında yatar. Sizin için sıradan bir hatıra fotoğrafı çektirmek gibi görünen bir eylemde bilmeden askeri veya ekonomik sırları ihtiva eden bir yasağı çiğniyor olabilirsiniz. Bilgiyi hiçbir zaman olduğu gibi kullanmayız; ona anlam giydiririz. Çocuklar sahip oldukları bilgiyi, anlam yükünden habersiz oldukları için çocukça bir masumiyet içinde ve düz bir ifade ile dillendirirler; "çocuktan al haberi" sözünün bütün nüktesi buradadır. Büyümek, biraz da çocuk sâfiyetinden sıyrılarak edinilen bilgiyi zamana ve zemine uygun tarzda işlemesini, değerlendirmesini öğrenmek anlamına da gelir.

Duruş yeri ve bakış açısını değiştirebilmek, anlamı lâyıkıyla fethetmek için gerekli kabiliyetler; her iki kavramı da fiziki niteliğiyle değil, mânevî ve zihnî boyutlarıyla kavramalıyız. Düşünmek bir zihin yolculuğudur, düşünen insan, "empati" hassalarını geliştirebilmiş insandır. Olaylara sadece alışkın olduğumuz tavırla, bakış açısıyla yaklaşmak ve öylece kavramak, aslında fazlaca düşünmeyi gerektirmez; çok kullanıldığı için tabiatın bir parçası haline gelmiştir. Halbuki empati kullanmak, bir meseleye bakarken kendimiz olmaktan çıkarak başkalarının bakış açısını kullanmak demektir. Bir başkasının mânevî kalıbına veya zihin dünyasına nüfuz edebilmek ise, herkesten daha çok bilgi kullanmayı ve işlemeyi gerektirir. Empati kullanırken kendiniz gibi olmaktan çıkar, âdeta bir başkasının rûhuna bürünürsünüz ve o ana kadar kullanageldiğimiz bütün bilgi işleme tekniklerini bir kenara bırakıp, o kişinin bilgi işleme tarzını taklit etmemiz gerekecektir. Bakış açışını değiştirmek, bazen bütün mânâyı değiştirebilir hükmünün kasdı budur. Aynı şeye bakan iki insan birbirinden farklı anlamlar geliştirebilir; adet arttıkça anlam da çeşitlenir ve bu durumda siz, asıl şahsiyetinizi pergelin sivri ayağı gibi benliğinize sâbitleyip, pergelin diğer ayağıyla farklı bakış açılarına zihnen temas ederek mümkün ve muhtemel bütün anlam farklılıklarını algılayarak zihnen zenginleşir, anlam katmanları açıldıkça, pergelin sâbit ayağını kımıldatmak ihtiyacı duyarsınız. O yüzden "anlamak affetmektir" denilmiştir. Anlamak affetmektir çünkü size karşıdan çok yaralayıcı ve incitici gibi görünen bir davranışın sebeplerine nüfuz edebildiğinizde, yani kendinizi o kişinin yerine koyduğunuzda, o incitici davranışın aslında pek de hata gibi görünmediğini farkedersiniz. İnsan çoğunlukla kendi davranışlarını haklı görmek eğilimindedir; "hata etmişim, meseleye bu açıdan hiç bakmamıştım, yanıldım" gibi itirafları bu kadar az duymamız sebepsiz değil. Hiç hata işlemeyene değil, başkalarının ikazına gerek kalmadan kendi yanlışını çok kısa sürede farkedebilen insanlara "kâmil" diyoruz. Bir başkasının ikazı üzerine hata yaptığını fark ve kabul etmek de büyük erdemdir. Ömrümüzün her ânı, irili ufaklı, önemli veya önemsiz pek çok karar vermekle geçiyor. Hatadan kaçınmak mümkün değil. Endişe edilmesi gereken şey, hata yapmaktan ziyade hatayı farketme hassalarımızın körelmişliğidir.

Hatalarını ânında veya bir süre sonra kabul ederek özür dileyen ve onarma gayretine girişen "kemâl sahibi" insanların, hatalarını kabule yanaşmayanlara göre daha fazla veri işlediklerini ve sırf bu yüzden daha fazla IQ derecesine sahip olduklarını ileri sürebiliriz öyleyse; bu, "çok bilen yanılmaz" anlamına gelmiyor; az önce bilginin tarafsız, çıplak ve kendi anlamını içinde taşıyan otonom bir mahiyet taşımadığından bahsetmiştik. Belki şöyle söylenebilir: "Yeterince bilen kendini bilir." Tasavvufta bu nükte "Kendini bilen Rabbini bilir" diye ifadesini bulur. Aslında kendimize dair şeyleri bilmek, başkalarına dair bildiklerimize zemin hazırlayan mühim bir altyapı teşkil ediyor. Bu noktada insanın kendine dair olanı bilmekle başkalarına dair olanı bilmek arasında bir paralellik olduğunu farkediyoruz. Bu öyle bir paralellik ki 'ârif'i âlimin önüne geçirdiği olur. "Arefe" fiili "bilmek" anlamını işaret ediyor; ârif bilendir ama onun bilgi sahibi insandan farkı 'bilgiyi taşıyan'dan ziyade "bilgiyi işleyen, hatta bu eylemi güzel ve isabetli tarzda yapabilen" insan olmasındadır; aynen "bilge" ile "bilim adamı" arasındaki fark gibi, ârif ile âlim kavramları arasında da önemli bir incelik vardır.

Kâğıt üzerinde kolay görünüyorsa da kabaca "nefs" adını verdiğimiz yanımız, teorik doğruların her zaman pratik doğrular haline gelmesini engelliyor. Nefs, pergelin her iki ucunun da bitişik durmasını, sadece alışkanlıkların, içgüdülerin ve yerleşik kalıpların yönlendirilmesiyle karar vermemizi telkin ediyor; pergelin ucunu açıp, Mevlânâ Celaleddin Rûmi'nin dediği gibi onunla yedi cihânı (zihnen) gezmek meşakkatlidir ve tadı da lezzetsizdir. "Öfke baldan tatlıdır" sözünün kasdettiği bal lezzeti, mefhumun muhalifinde budur işte.

Dinin "sabr" dediği şeyin bir başka ismi de sakın "emek" olmasın!


Kaynak (Arşiv)