Düşündürdükleri ve anlamıyla 'o fotoğraf'
O fotoğraf çekileli yaklaşık 6 sene olmuş. Hatırlayacaksınız: Yer, Ankara’nın Tandoğan Meydanı. “Cumhuriyet’e saygı” mitingine katılan ve çoğu özel otobüslerle taşra üniversitelerinden getirilen öğretim görevlisi topluluğu arasından o kırmızı pankartlar yükseliyor: “Ordu Göreve!”
Hayır, “birkaç kendini bilmez”in kıyıda köşede iki metre bez, yarım kilo kırmızı plastik boya ile gizlice hazırladığı korsan pankartlardan değil bu. Matbaaya sipariş verilip özene bezene bastırılmış, altında ise siyah zemin üzerine beyaz harflerle “Atatürk Gençliği” ibaresi okunuyor.
Peki, pankartlar kaldırılınca mitingin düzenleyicileri, “indirin şunu, toplantıyı amacından saptırıyorsunuz” diye itiraz etmişler mi? Bilakis, o unutulmaz fotoğrafa dikkatle bakınca sol tarafta devrin İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nu, onun bir metre karşısında, hemen yanıbaşında ise yine aynı dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ü fark ediyoruz; öyle rahatsız olmuşa benzer bir hâlleri yok. Belli ki meseleden haberleri vardı ve belli ki pankarttaki temenniyi paylaşmaktaydılar.
Ertesi gün bu fotoğrafı gazetede görünce, “Bu fotoğraf gerçek olamaz; acaba photoshop yardımıyla kes-yapıştır mı yapılmıştır?” diye enikonu şüphelendiğimi, resmi büyüteçle incelediğimi hatırlıyorum. Beni, seyrederken bile şaşkınlığa uğratan şey, o fotoğraf karesinde biraraya gelenleri hiç de rahatsız etmemişti...
Açıkça belliydi ki büyük bir özgüven hissi içindelerdi. Bir yerlerden, “iş tamam; siz şartları olgunlaştırmaya bakın; düğmeye basmak üzereyiz” mesajı almışlardı. Nitekim daha sonraki zamanlarda, Ankara’nın göbeğinde, yerli ve yabancı basın mensuplarının gözü önünde, hatta televizyon naklen yayını esnasında “Ordu Göreve” pankartını açan ve açtıranların o yüksek özgüven hissini daima koruduklarına şahit olduk. Böyle bir yüksek dereceli özgüven hissi besleyebilmek, ancak, “devlet benim” diye konuşabilenlerin verdiği sağlam bir teminatla mümkün olabilirdi.
Ergenekon meselesinin bu derece serpilip gelişmesinde ve ortaya dökülmesinde, işte bu gibi, “iş tamam” beklentisinin yüksek payı olduğu muhakkaktır. Ergenekoncular, yaptıkları şeyi bir çete, bir örgüt faaliyeti gibi görmüyorlardı, onlara göre bu bir devlet faaliyetiydi ve son derece meşru idi.
Ne var ki Ergenekoncuların zihnindeki meşruiyet, hukuka ve yürürlükteki kanunlara uygun hareket ediyor olmaktan değil, resmî ideolojinin edebiyatını tekrarlamaktan ileri gelen bir rahatlama duygusu idi.
Şöyle düşünüyorlardı: “Cumhuriyet’in kendini koruma ve kollama içgüdüsü, yürürlükteki birtakım kanunlarla sınırlı ve bağımlı kalamaz. İş başındaki hükûmet Cumhuriyet’i tehlikeye düşürmekte, kadrolaşmaya gitmekte, vatan topraklarını satmakta (buna inanan binlerce insan vardı, hâlâ vardır) ve devleti gizlice ele geçirmeye çalışmaktadır. Bunlar seçim kazanmış bile olsalar meşruluk kazanamazlar; çünkü sağ partilerin kazandığı her seçim, Cumhuriyet prensiplerine karşı kazanılmış bir karşı devrim hükmündedir ve en azından sonuçları bakımından seçimler anlamsızdır. Gerçek meşruluk Cumhuriyet prensiplerine bağlılıkla kazanılır ve bu nitelikleri sadece biz taşımaktayız!”
Bu noktada Ergenekoncu meşruiyet kurgusuna geniş bir zemin kazandırabilmek için Kuvayı Milliyecilik’ten ilham alan laik bir milliyetçilik fikriyatının “Ulusalcılık” adı altında yaygınlaştırıldığına şahit olduk. Kuvayı Milliyecilik, hesaplanan amaca uygun bir edebiyat teşkil ediyordu ve işitenlerde, Millî Mücadele’nin zor zamanlarındaki Mustafa Kemal Paşa’nın işgalci düşmana ve İstanbul hükûmetine karşı haklılığını hatırlatıyordu. Darbecilerin bu süreçte bol miktarda Atatürkçülük vurgusu yaptığını biliyoruz. Onlara göre Atatürk’ün yaptığını yapmak, kesinlikle gayrimeşru bir eylem biçimi olamazdı. Bu yoruma göre, Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele esnasında İstanbul hükûmetine karşı gayrimeşru duruma düşmüş olsa bile, eylemlerinin haklılığı ve doğru amaca yönelmiş olması bakımından kendi meşruluğunu isbat etmişti. Ergenekoncular da kendi haklılıklarını, kendi eylemlerinin başarılı olmasıyla kazanacaklardı.
Bu düşünce biçiminin tarih ve hukuk bilimi nazarında doğru ve haklı olup olmamasının pratikte büyük bir önemi bulunmuyor; çünkü askerî darbelerin hemen tamamı aynı mantıktan yola çıkmış ve neticede başarıya ulaştıkları için ülkenin en muteber hukukçuları tarafından ânında kutsanarak tasvib görmüştü.
Bu defa da öyle olmaması için sebep yoktu.
Kâğıt üstünde plan iyi ve işe yarar görünüyordu.
Nitekim, üst üste konulduğunda pekâlâ, “işte devlet” diyebileceğimiz kurumların bazı temsilcileri bu kurguya destek çıkıyor, açıkça sempatilerini izhar ediyorlardı; başta hukuk kurumu vardı, sonra YÖK ve onun ardında sayısı yüze yaklaşan üniversite rektörü, ardından basın, bürokrasi ve elbette ordu.
Fakat bir gariplik vardı; eski darbelerde pekâlâ işe yarayan taktiklerin ayağı havada kalıyor, geceyarısı bildirileri istenen tesiri uyandırmıyor, bazı yargı mensuplarının toplumu azarlama edasıyla verdikleri beyanatlar, bazı gazete ve televizyonların, yazarların açık desteği umulan tesiri uyandırmıyordu.
Türkiye’de bir şeyler değişmişti ve darbeciler bu değişimi doğru okuyamamışlardı. Her şeyden önemlisi Türkiye’de toplumun yüzde 70’ten fazlası artık şehirlerde yaşıyor ve demokrasiyi istikrar için en elverişli araç olarak görüyor ve ona sahip çıkıyordu. Refah, önceki darbe yıllarıyla kıyas edilmeyecek derecede yükselmiş ve yaygınlaşmıştı. Türk toplumu, Batılı standartlarla henüz karşılaştırılmayacak seviyede olsa da daha eğitimli hâle gelmişti ve Türk ekonomisi dünya ile eklemlenmeyi başarmıştı. Darbecilerin “değişmedi” zannettikleri sektörler ise bu değişime ayak uyduramadıkları için tesirlerini kaybetmiş görünüyorlardı. En başta ordu, içindeki darbeci kliklere artık hoşgörü göstermiyordu. Bürokraside taşlar yerinden oynamış, darbeye karşı demokratik nizamı savunan bürokratlar da yavaş yavaş üst mevkilerde yer edinmeye başlamıştı. Basında işler artık eskisi gibi değildi; her darbeyi alkışlamayı görev bilen gazetecilik anlayışı, tarih öncesi fosilleri gibi şurada burada varlığını devam ettirse bile artık hayli güçlü bir demokratik muhalefet yaklaşımı Türk basınında yer tutmaya başlamıştı. Bütün değişim, neticede devlet anlayışına da aksetmiş, Türkiye gün be gün daha çok “hukuk devleti” anlayışına yaklaşan ve onu benimseyen bir çizgiye doğru gelmişti.
Darbecilerin özgüvenini boşa çıkaran değişimi en evvel fark etmesi gereken akademik çevrelerin ve üniversitelerin, sırf itâ amirlerine yaranmak maksadıyla “Ordu Göreve” pankartı altında fotoğraf vermesi, bu çerçevede çok mânidar görünüyor. Türkiye’de değişime en çok direnç gösteren kesimin üniversite ve öğretim üyeleri olabileceğini kimse düşünemezdi.
O fotoğrafın anlamı, altı yıl sonra daha da belirginleşmiştir; tabii okumasını bilenler için!