Dur ve kamûsa dön!

Evetçilerle hayırcılar arasında neredeyse dünyalar var; vatana ihanetle veya dünya ile hemâhenk olmak, mânâ itibariyle iki ayrı âlem; insan, yaradılışı itibariyle aynı şeye baktığında onda farklı şeyler gören bir zihin zenginliği sergileyebilen bir mahlûk; bir dereceye kadar tabii de, nedir o derece?

İçtihatlar, itikadlar tartışılabilir, eşyayı aslına sadakatle tesbit eden fotoğraf bile sübjektif; yanılma, algı bozukluğu payını nereye kadar anlayışla karşılayabiliriz? "Kamûs"un gerekliliği işte bu noktada ortaya çıkıyor; zihnî sübjektivite, kamûsun koyduğu hükümlere hürmet göstermelidir; bizim azgınlık gösterdiğimiz yer, kamûsu denizanası gibi şeffaf, şekilsiz ve icabında her kaba sığabilen bir istikrarsızlığa sürüklemek oldu. İhtilâfların kamûsun surları önünde yatışması, kamûs hakemliğinin isabetine teslim olmak lâzım. Kamûs'ta ihtilaf edenlerin bir yerde ittifak etmesinde samimiyet ve bereket olmaz.

Birbirimizle şüphe alâkası içindeyiz; herkes bir başkasının sözünü ve tavrını, gizli bir fesat faaliyetinin masum görünüşlü ambalajı gibi görüp o şüphe ile açık pozisyon vermeme gayretinde; şüphe, yılanın zehrinden daha öldürücü bir tesir yapıyor. Neredeyse cümlemiz, birer "bâtınî tefsir" ustası olduk; mâlum, bâtınî tefsir, literal ifadeden ziyade esas niyetin keşfini ve fethini arar. İyi de, günümüzün Türkçesi, artık bâtınî ifâdeler kurmaya imkân veren zenginlik ve derûnîliğini kaybedeli çok oldu. Öyleyse kilit kavram ve kelimeler üzerine taşıyabileceğinden ziyade şüphe anlamları bindirerek her dem müteyakkız gezmek neye işaret ediyor?

Şüphe, anlamı bulanık görmekten doğar; bulanıklık nerede? Bakan gözde mi, kavrayan zihinde mi yoksa zihni iklimimizi sislendiren samimiyetsizlikte mi? Bu dünyada kandırılmış olmanın, kandırmaktan daha müreccah tutulduğu bir erdem tutamağı kalmadı mı yoksa? Hani Jack London, sefaletle geçen ömrünün son yıllarında, özene bezene yaptırdığı hayalindeki orman evini kundaklayanların ardından öyle dememiş miydi: "Ev yakan takımından olmaktansa, evi yananlardan olmayı tercih ederim!"

Ahmet Selim bu sözü kimden iktibas etmişti hatırlamıyorum ama "Düşünmek için bir lâhza olsun durmak lâzım" sözünü çoktan çerçeveledim bile. Bir lâhza olsun durmaktan murad nedir; benim için durmak, içinde anlamın berkitilmiş surlarla korunduğu kamûsa dönüştür. Kamûs muhafazakârdır, anlam da öyle; zaman içinde hangi kavramın nasıl mânâ değiştirdiğini tesbit için bile berkitilmiş bir referans noktasına muhtacız. Bu mânâda kamûsa dönmek, herkesin kendi hayat çizgisinin anlamı üzerine durup düşünmesidir; "ne idim, nereye geldim; şu an bulunduğum yerde dururken kamûsla, en azından kendi kamûsumla yüzleşebilecek cesarete sahip miyim?" Sürüklenme psikolojisi nefis muhabesine mânidir. Teşbih caizse kenarlarda ucunu suya uzatmış bir ağaç köküne tutunup soluklanmak; başını bir an için bile olsun su seviyesinden yukarıya doğru kaldırıp ileriyi, geriyi, sağı, solu görmek.

Tartışıp durduğumuz şeyler aslında bu derece heyecanlı saf alışları ve zihni gayreti mâkul gösterecek ölçüde derin olabilir mi? "Ehemm"mühimm" derecesini tayin için belki de meselelere bazen, yarım saat sonra son nefesini vereceğini bilen bir adamın gözüyle bakmak lâzım; bu dahi düşünürken anlamlı bir duruş ve soluklanma kovuğu teşkil edebilir.

Her nevi politik vaziyet alıştan evvel zihnî avadanlıklarımızın iyi çalışıp çalışmadığını gözden geçirmek gerek; zihnin de yağı, suyu, lastik hava ayarları, benzini, rot"balans kontrolleri var. Bir kereliğine mahsus değil, her meselede yeniden.

Kamûs gibi.


Kaynak (Arşiv)