Dünkü yağmurun siyasî ve felsefî çağrışımları

Sindire sindire, ağırdan, ortalığı velveleye vermeden iniyor; kapalı balkonun buğulanmış camında koyu grilere gömülmüş uzaklar kapalı.

Hemen yakınlarda bir yerdeki tahliye borusunda takırdayıp duran yağmur sularının sesi, o an itibarıyla bütün musikinin müntehâsı. Böyle anlarda evin sıcaklığına gömülüp dışarıların puslu serinliğine dalarak gerçeklikle uykuya davetiye gönderen tatlı bir uyuşukluk arasında düşünceye dalmak ne tatlı. Böyle bir hâlet içinde gündemin telâşesi, daha doğrusu bize telâşe gibi görünen ayrıntıların gerçek boyutları pek de ehemmiyetli gelmiyor. “En mühim mesele nedir?” sorusunun şu an itibarıyla âcil cevabı sıcak bir dam altında bulunmaktan ibaret. Haydi biraz tefelsüf edelim; beşeriyetin en derin, en âcil ihtiyacı karın tokluğu, sırtın pekliği ve yakın tehlikelerden azâde güvenlikli bir yerde barınmak değil midir? İlerleme raporu denilince bu yüzden aklıma daha basit bir mesele geliveriyor: Yağmurun sebebini biliyoruz; niçin yağıyor, nasıl yağıyor, oluşması hangi meteorolojik şartlara bağlı, mâlum. Ne zaman ne kadar yağacağını da epey tahmin ediyor uzmanlar. Durduğunuz ve baktığınız yere göre bu da bir ilerlemedir. Sebepler bilinince şaşkınlık az buçuk zail oluyor lâkin mübârek tadını biraz fazla kaçırınca arzın mesâhası üzerine biriken su âfetinden nasıl korunacağımız hususunda pek ilerlemiş sayılmayız. Hepsi de okumuş, fennî ilimlerde tahsil görmüş uzmanların tasarlayıp hesapladığı tedbirler bazen işe yaramıyor. Meselâ şehiriçinde denizi kıyıdan takib eden bir yolu sel basmasını ne türden bir ilerleme sayabiliriz ki? Teorik açıdan eksiğimiz yok, hatta o kadarını Divân şairleri bile biliyordu: “Alçağa akar sular pây-ı hûma düş mest ol”. Yol denizden birkaç metre yüksekte; yolla deniz arasına uygun aralıklarla tahliye kanalları açılırsa su, yolda birikmek yerine denize akar! Teori safhasında âkıl ve güçlü olmak pratikte, yine birçok farklı teorik ârıza yüzünden işe yaramıyor: Tahliye borusu tıkalıysa geçmiş olsun. Dün Pendik sahillerinde olup bitenleri kastetmiyorum; karşıdan bakınca mancınıkla yıkılmaz gibi duran “ileri” memleketlerde de lüzumundan fazla su can yakıyor, problem çıkarıyor. “Su işleri mühendisleri” sistemin nerede aksadığını biliyorlar, öngörüyorlar ama yine de ârıza çıkıyor. E, hani ilerleme?

Sayıştay’ın benzerleri her ülkede var, faydası tartışılmaz. Bizde de mevcut fakat bazı yerleri “sayması” uygun bulunmamış. Eskiden “Vardır bir hikmeti; büyüklerimiz bilir” der geçerdik, şimdilerde, “Büyüklerimizin aslında öyle aman aman bir şey bildiği yok!” diyebiliyoruz ama sonuç değişmiyor. Hidrolojide suların alçağa akması nasıl kanun ise, kamu idaresinde de, “hikmetinden sual olunmaz bir rahatlıkla kamu parası harcanması” da kanun gibidir, hatta daha da ötesi. Bu nokta-i nazardan siyaset, elâlemin parasını harcama yetkisini ele geçirme faaliyetidir. Musluk kısıldığında çark durur. Bkz. Zavallı Obama!

Sadede gelelim; sebepleri bilmek şaşkınlığı azaltıyor lakin yaraya da merhem olmuyor. Çâre, tıkanan tahliye kanallarını temiz tutmayı ihmâl etmeksizin sebepleri en yüksek hikmete dayandırmaktır. “Re’sü’l hikmeti mahafetullah; hikmetin başı Allah korkusudur. Buradaki korku, yani mahafet, “Havf”e benzer bir ürküntü, tedirginlik ifadesi değil; derin hayranlık ve hürmetin insanda uyandırdığı bir vaziyet alış, huşû. İyi idarenin, ideal idarenin ne olduğu ezelden beri belli; teorik donanımımız mükemmel. Niçin uygulayamıyoruz; sebeplerini ortaokul talebesi bile sıralayabilir; hani ya sebepleri bilmek şaşkınlığı zail ediyordu? Bu bizim imtihanımız; doğru teori ile uygulanabilir pratik arasında bocalarken bahaneye sığınmamız, okuldan kaçan çocuğun, müdürü uydurma izin tezkeresi ile kandırmasına benziyor. Netice şöyle: Müdüre bir şey olmuyor; olan bize oluyor.


Kaynak (Arşiv)