Düğümlediğimizi çözmek!

1970’le 80 arasında başımıza nasıl musallat olduğunu, o tarihler itibariyle bir türlü anlayamadığımız çok büyük bir sosyal problemimiz vardı. Kısaca “sağ-sol mücadelesi” diye adlandırılan bu mesele, sanki yaşadığımız dönemin tabii bir ürünü gibi göründü; bunun bir sosyal mühendislik eseri olduğu çok sonraları fark edilebildi.

70’lerin sonuna doğru gelindiğinde çoğumuz gibi ben de sağ ve sol kamplaşmanın asla giderilemeyecek, onarılamayacak derecede kalıcı olduğunu düşünüyordum. 12 Eylül Darbesi’ni toplumun neredeyse belirgin bir memnuniyetle karşılamasının temelinde işte bu ümitsizlik vardır. Önceleri gençlik grupları arasında başlayan tehlikeli kamplaşmanın resmî kurumlara, polise, eğitime, bütün bürokrasiye hatta şehir, mahalle, sokak ölçeğine kadar sirâyet ettiği çok açıktı.

Gerilimin sonu, çok kanlı bir iç çatışma gibi görünüyordu.

Sonra 12 Eylül darbesi oldu ve birkaç gün sonra, aslında düşman saflara bölünme gibi kalıcı bir felâketle yüz yüze gelmediğimizi hayretle anladık. Elbette sevindik. Bir tarafta büyük kısmı nâhak yere hapsedilip yargılanan ve işkence gören arkadaşlarımızın mağduriyetine üzülürken gündelik hayatın alışılmadık bir şekilde birdenbire sulh ve sükûna kavuşması güzeldi. Nasıl olmuştu da böyle olmuştu? O günlerde bu soruya, “Asker düdüğü çalınca herkes hizâya geçiverdi” cevabı vermek modaydı; bu cevapta otoriter ve militer yönetimleri hoş gören bir edâ bulunduğu âşikârdı ama...

Arası çok sürmedi; Türkiye’nin daha sahici ve esaslı meselelerini teşkil eden üretimi artırmak, dünya pazarlarına açılmak, eğitimin kalitesini yükseltmek, işsizlikle savaşmak gibi daha gerçek gündem maddelerine geçmenin ne mânâya geldiğini anlayamadan 1984’te PKK diye pek bilinmeyen bir silahlı örgüt Eruh baskını eylemini gerçekleştirdi. O tarihten sonra görünüşte Kürtlerin demokratik haklarını silahla savunan yeni bir şiddet dalgası gündemi kararttı.

Sağ-sol çekişmesinin en ateşli safhası 10 yıl sürmüştü; PKK eylemleri 30 yıldır devam ediyor ve neyse ki, önümüzdeki aylarda bu meselenin söndürülebileceği iyimserliği içindeyiz.

Bazılarımız, saldırıların çok yoğunluk kazandığı ve yaygınlaştığı günlerde, söylemeye dilleri varmasa da, “Bu ülke galiba bölünecek” diye yerindiler, hatta bir kısmımız kendince harita üzerinde muhayyel bölünme paftaları bile çıkardılar. Ümitsizlik yoğundu ve insanlar artık eskisi gibi müşterek bir hayatı sürdüremeyeceğimizi düşünmeye başlamışlardı.

O dönemde pek akla yatkın görünmese de bardağın dolu tarafına dikkat kesilenler de vardı; mesele dikkatli tahlil edildiğinde rahatlıkla görünüyordu ki, Kürtlerle Türklerin beraber yaşama arzusu izhar etmesi çerçevesinde “Çözüm”ü zaten bilfiil yaşıyorduk ve o hep vardı zaten. Kürtlerin, Kürt kimliğini onurla taşıyarak ve demokratik haklarını çok tabii bir şekilde kullanarak kendilerini baskıdan kurtulmuş hissetmeleri için yapılması gerekenler vardı. Gecikerek ve eksikleriyle de olsa bu adımlar atıldı, eksiklerin tamamlanması için büyük bir irade ve kamuoyu desteği mevcut.

Otuz yıl geçtikten sonra yeniden eriştiğimiz iyimserlik havası, bana 12 Eylül sonrasını hatırlatıyor. Kürt meselesi, şüphesiz sağ-sol kamplaşmasına göre daha sahici, daha elle tutulur bir meselemizdir fakat çözümün imkânsız filan olmadığını artık görüyoruz. Çatışmadan beslenen felâket lobisi dışında herkes, inşallah yakın bir gelecekte çözüm adımları başarıya ulaştığında gündelik hayatta hiçbir şeyin değişmediğini görüp şaşıracaktır muhtemelen.

Sağ-sol çatışmasını görünüşte askerî darbe durdurmuştu; Kürt meselesinin çözümü parlamenter demokrasinin meşrû araçlarıyla yürütülüyor. Yeni bir darbeye gerek kalmadı, bütçe imkânlarını zorlayacak olağanüstü harcamalar yapılmadı; kezâ çözüm için gökten zembille bugüne kadar hiç duyulmamış yeni tedbirler de inmiş değil. Her şey mevcut içinde, mevcut imkânlarla ve mevcut fiilî durumun devam ettirilmesiyle gerçekleşiyor.

Muhtemelen birkaç on yıl sonra geriye bakıp, “Bu kadar basit bir meselenin çözümü için onca can, onca zaman ve kaynak niçin hebâ edilmiş?” diye şaşıranlar olacaktır ve ben onlara daha bugünden hak veriyorum. Bu tesbit, “Ne istiyorsunuz?” sorusuna kısaca “Kürt olmak istiyoruz!” cevabını verenlerin demokratik mücadelesini küçümsemiyor. Kürt aslından gelenler için Kürt olmak, en tabii ve insânî hak; bu hakkı yıllardan beri esirgeyerek Türkiye’yi çelmeleyen oyun kurucuların taktik zekâsını da kabul edelim ama; bir daha aynı hatâyı tekrarlamamak, kolayca halledilecek şeyler için derin ümitsizliklere kapılmadan problem çözebilmek kabiliyetimizi diri tutmak için bu şart.

O çok tekrarlanan “Enseyi karartmayalım” temennîsi, olayları ve problemleri gerçek boyutlarıyla görebilme arzusunun ifadesi olarak okunursa, sonraki muhtemel problemler için büyük enerji depolamış oluruz.


Kaynak (Arşiv)