Doyamadım ticarete...

Ortaokul ve lise çağlarımda ticaret hayatını kenarından da olsa seyretmeye fırsat buldum. Bakkal dükkânında çıraklığı, yani getir-götür işlerini aşmayan bu ticari tecrübeden zihnimde pek de olumlu tortular kalmadığını görüyorum.

Sadece bir tespit: Ticaret bir yapı meselesidir, şahsî yatkınlıktır, hatta bir nasip işidir diyeceğim geliyor. Bazı insanlar vardır, çoğumuzun diline pelesenk ettiği, “Gider sebze halinde limon satar, ekmeğimi yine kazanırım” dayılanmasının hakkını verirler; onlarda ticaretin kimyâsı diyebileceğim bir özellik doğuştan vardır; çünkü zannedilenin aksine, bir sandık limon alıp hal kapısında bekleyerek evlerine ekmek götürebileceğini zannedenlerin büyük çoğunluğu, akşama evlerine üzerinden birkaç limon eksilmiş bir limon sandığıyla dönebilirler ancak.

Halde limon satmak her kişinin yapabileceği bir iş değil. Kolay bir iş hiç değil.

Bir alışverişin iki tarafı olur. Ticarete tabii meyli olan biri sadece bir malı satarken değil satın alırken de –sözün gelişi benim gibilerinden- farklı davranır. Ne alıcı, ne de satıcı olarak ticarete yatkınlığım olmadığını erken zamanda fark ettim. Bunun tek istisnası üniversite öğrenciliğim sırasında, komşu delikanlılarla birlikte çıktığımız pazarcılık serüveni oldu. Yeterince yıldırıcı ve öğretici bir tecrübeydi. Para kazanamadık tabii; günün tek kazancı akşam eve götürdüğüm yarım kasa domatesti.

Ama ne domatesti o; eski domateslerden... hani şu elle ikiye bölünen ve yarılınca domur domur olan ve üzerine iri kaya tuzu serpilip ekmeğe tek başına katıklık eden türden domates. O yaz günlerinde yarım kasa domates bilanço itibarıyla ehemmiyetsiz bir kazançtı; değmezdi. Ticari hayata böyle veda ettim.

İşte o yüzden sadece ticarette başarılı olanları değil, alış-satışta dünya pazarlarına açılan yeni kuşak tüccar nesle saygı duyuyorum. Sadece onlara değil, belki onlardan daha ziyade saygı duymamız gereken bir işporta tezgâhıyla, bisiklet tekerleği takılmış küçük el arabalarıyla veya bir hanın, apartmanın kıyısına iliştirilmiş avuç içi kadar işyerlerinde sebat ve hüner göstererek ekmeğini taştan çıkaranlardır.

CANLI YAYIN

PAZARLAMACILIĞININ SUYU NASIL ÇIKTI?

Yeni nesil ticaretin en dikkat çekici modeli internet üzerinden yürüyor. Türkiye’de de gittikçe yaygınlaşan plastik para ve internet pazarı ticaretten anlayanlara yeni imkânlar ve fırsatlar sunuyor.

Bunun yanında bir başka gelişme daha yaşanıyor ki bu tarz ticaretin hünerbazlarına saygı duymasam da gözlerim hayretten faltaşı gibi açılarak seyretmekteyim.

Anladınız. Televizyon kanallarını bir anda istila eden canlı yayın pazarlamacılığına takıldım yine...

Yeni uydu düzenlemesiyle birlikte adlarını ilk defa gördüğümüz yüzlerce kanalın ani zuhurunu ve bu kanalların birer ticarî işletme olarak nasıl para kazanabildiklerini şaşkınlık ve eğlenceyle seyrediyoruz.

Eğlenceyle evet. Günün birinde aile üyelerinin TV başında bir araya gelip, “Şöyle güzel bir pazarlama programı bulup da seyredelim” diyeceklerine asla inanmazdım. Dolayısıyla “Bu adamlar kimler, bir televizyon kanalı niçin kurulur, nasıl yayın yapar; her gün üç aşağı beş yukarı aynı yerli filmleri en olmadık zamanda en olmadık yerinden keyfî şekilde keserek nasıl aniden canlı yayın pazarlamacılığına geçmeye cesaret ederler; bu işin bir kuralı, adabı, denetleyeni yok mudur?” tarzındaki lüzumsuz soruların peşini bırakıp eğlenmeye başladım.

En ‘beğendiğim’ pazarlama tarzı, dini ticarete âlet ederek yapılanı...

KUTSALIN FİYATI OLMAZ, ‘HEDİYE’Sİ OLUR

Ekranda, ‘dinibütün’ olduklarına ilk bakışta kanaat getireceğiniz türden fizikî alâmetlere bürünmüş en az iki kişi yer alıyor. Güzel bir sakal, sünnete uygun tarzda kırpılmış varla yok arası bıyık, yerine ve adamına göre başta namaz takkesi veya sarık, o da olmadı tarikat sikkesi türünden bir serpuş. Önlerinde günün mânâ ve ehemmiyetine veya ‘gideri’ne göre sıralanmış ticarî ürünler...

‘Ticarî ürün’ derken biraz haksızlık yapıyor olabilirim; haydi her derde deva, her sızıya şifa niteliğinde merhemleri bir tarafa bırakalım ama çok sırlar taşıdığı konusunda seyirciyi adeta esir alan dua kitaplarının ticari bir karşılık taşımasına hiçbir ‘Müslüman’ vicdan rıza göstermez. Nitekim bu gibi ürünler, inceliğe dikkat buyrulsun fiyatı üzerinden satışa sunulmazlar; onların ‘hediyesi’ mevzubahistir. Yani ben satıcı olarak bunu alıcıya aslında hediye etmekteyimdir fakat bu arada küçük bir meblağ tahsili de icap etmektedir. E, siz de cahil olmadığınıza göre bu meblağı ödemekte elbette kusur göstermezsiniz!

MELEKLERİ BARİ KARIŞTIRMASAK...

Ben en çok, ürün tanıtımı esnasında tanıtım yapan dini kisve görünüme bürünmüş üstadların, konuya dini bir nokta-i nazardan girizgâh yapmalarını seviyorum,

-Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bir gün Hazreti Ali kerremallahu veche efendimize buyurdular ki: “Ya Ali, melekler, evinde çörek otu ve bal bulunduranlara istiğfar ederler...”

-Nitekim Efendimiz (sas) şöyle buyurdu: “Çörekotunda ölümden başka her derde şifa vardır! “

Ondan sonra gelsin pazarlama faslı... Efendim, bu arkadaşların bir arkadaşı, sırf insaniyete ama daha ziyade Müslümanlara (Çünkü seyirci kitlesinin yüzde 99,99’u Müslüman!) faidesi dokunsun diye bu şifalı tohumdan haylice miktarı bir Afrika ülkesinden ithal edip hususi imbiklerden nice bin zahmetlerle geçirerek az, pek az miktarda, hatta birkaç şişe ürün elde etmiştir ve ihtiyaç fazlası bu birkaç şişe, şimdi, şu anda, canlı yayında, sorulacak olan dinî bir suali bilecek kadar dinî kültüre sahip şanslı ve bahtiyar seyirciler arasında çekilecek kurrada hediyesi mukabilinde dağıtılacaktır. Sual şudur:

-Üç ayların ilk ayı hangisidir!

Vay canına; gel de bil bakalım! Öyle ya, bu her sorulanın ânında ‘şaak’ diye cevap verebileceği sıradan ve hafif bir sual değil. Öyleyse ne yapalım; dini kültürü bazı talihsizlikler yüzünden eksik kalmış iyi insanlara küçük bir hatırlatmada bulunalım.

-İlk harfi R, ikinci harf E, üçüncü C, beşincisi ise P; ee, artık dördüncüyü de siz bulacaksınız lakin istirham ederim; bu ürün az sayıda ve özel olarak satışa sunulmuş olup ekrandaki numaramızı arayanlara sırasına göre dağıtılacaktır. Öyleyse acele ediniz. İşte bakın daha şimdiden 85 tane kaldı... aa 70’e düştü. Lütfen acele edelim. Hocam siz bu arada “Doyamadım Medine’ye’ ilahisini lütfetseniz de kulağımızın pası açılsa ne güzel olur...

...

Bir ara RTÜK bazı kriterler getirecek diye duymuştuk ama RTÜK’cüler, muhalif kanallara ceza yağdırmaktan böyle önemsiz ayrıntılara vakit bulamıyor olsa gerektir ki bine yakın kanaldan en az yarısında, günün herhangi bir saatinde din üzerinden ürün satışları cayır cayır devam ediyor.

“Satan satıyor da, alan nasıl alıyor?” sorusunun muhatabı ben değilim; onu ilgili Sağlık, Ticaret gibi bakanlıklara veya RTÜK’e soracaksınız.

Dikkat ettiyseniz glikoz şurubuyla imal edilmiş çakma bal meselesine hiç girmiyorum bile!

...

Geçenlerde gördüm, bir pazarlamacı ‘hoca’ önüne sıraladığı çay paketi büyüklüğündeki Kâbe maketlerinin arkasında ağlıyordu; acelem olduğu için maketlerin hangi derde deva olduğunu, hedâyesinin kaçtan gittiğini öğrenemedim. Şimdi harıl harıl o kanalın adını hatırlamaya çalışıyorum ama saman çuvalında iğne aramak gibi bir şey.

*

Not: Nebevî tıb kavramına büyük hürmetim var ama dinin ticaret ve siyasette bir pazarlama tekniği olarak kullanılmasına artık tahammül edemiyorum.


Kaynak (Arşiv)