Dostluk kültürü ve 'dar kapı' meselesi
Hâlimize şöyle bir bakan, aramızda düşmanlık kültürünün esas olduğunu zanneder. Hâlbuki gerek dinimiz, gerek örfümüz ve gerekse medeni değerler, düşmanlığın değil, dostluğun geliştirilmesi ve pekiştirilmesi yolundadır. Komşuluk, akrabalık, tanımadığımız insanlardan bile esirgememek gereken nezaket, yardımlaşma, kadirşinaslık gibi güzel hasletlerin dillendirildiği bir kültür çevresine mensubuz.
Geçen hafta bir futbol maçı oynandı; bu maçın son dört dakikasını hiçbir ebeveyn evladına seyrettirmek istemez; esasen aklı başında hiçbir baba, evladını kolundan tutup maça da götürmez. Aksi istikamette gösterilen bütün gayretlere rağmen spor karşılaşmalarının çoğu, düşmanlık kültürünün zenginleştirildiği, toplu küfür hakkında yeni tezlerin geliştirildiği çirkinlik faaliyetleridir.
Bu yıl, Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinin 100. yılıydı; iki takım arasındaki ilişki, İstanbul Ligi'nin kurulmasından ve sonraki yıllarda futbolun endüstriyel çehre kazanmasından sonra düşmanlığa dönüştü. Rekabet kavramının içinde düşmanlığa yer yoktur; ‘rakib’ler yarışır, rekabet ederler; birbirlerinden nefret etmelerini gerektiren bir şey yoktur. Bu iki ‘güzide’ olduğu ileri sürülen -ki bana göre bu yakıştırma ‘güzide’ kavramına hakaret gibi bir şeydir- kulüp, geçen yüz sene zarfında spor kültürümüze o herkesin bildiği centilmenlik (fair play=adil oyun) kavramını bile getirmeyi başaramadılar. Taraftarlar birbirine koro hâlinde sövüyor, topluluk hâlinde karşılaşınca kavga ediyor, internet sitelerinde en ağır hakaretleri teati ediyorlar. Üstelik sadece GS, FB değil, BJK camiası da benzer davranışlar içinde ve rekabetin seviye itibariyle yere düşürülmesi sadece taraftarları değil yöneticileri de kapsıyor.
Oysaki yaşı bir asrı devirmiş koca kulüplerin, bu yüz yıl içinde rekabeti dostlukla birlikte harmanlayacak çok farklı bir uzlaşma ve dostluk kültürü de geliştirmeleri beklenirdi. Spor karşılaşmalarının aynen Bizans'ta (Maviler-Yeşiller kavgası) olduğu gibi düşmanlığa, bölünmeye ve kavgaya vesile edilmesi ciddi bir medeni başarısızlıktır.
Peki, başarısızlık sadece kulüp yöneticilerine ve taraftarlara mı ihale edilmeli? Elbette hayır. Rekabetle düşmanlığın birbirine karıştırıldığı yerleri sıralamak maalesef hiç de zor değil: Türkiye 50'li yıllardan başlamak üzere çok partili hayatla birlikte sağ-sol kutuplaşmasını keşfetti; bu yeni gelişme sağla sol arasında gerginlik ve düşmanlık biçiminde algılandı; her iki taraf arasında sağlıklı ve iyi niyete dayanan bir diyalogun gerekliliği hiç gündeme gelmedi. 70'li yıllarda sağ-sol polaritesi, basın yoluyla yapılan polemik ve atışmaları mumla aratacak tarzda silahlı mücadeleye dönüştü. On yıl içinde beş bin civarında genç birbirini öldürdü veya bu düşmanlıktan yararlanan derin cinayet çeteleri tarafından öldürüldü.
Sağ ve sol, elbette birbirine zıt, birbirlerine ciddi eleştiri getiren politik duruş biçimleridir fakat bu gerçek, insanların birbiriyle dost, komşu, arkadaş, hatta akraba kalmasını engelleyecek boyutlara taşınmamalıydı. Biz bu farklılığı zenginliğe çevirecek duygusal zekâyı gösteremedik. Bugün sağ görüşe sahip insanlarla solcular arasındaki seyrek ve nadir dostlukların tesisini ise, ne yazık ki 12 Eylül darbesinin ertesinde uygulanan ‘karıştır-barıştır’ uygulamasına borçluyuz. Ne kadar utanç verici bir fukaralıktır bu.
Siyasi partilerimizin yöneticileri ve mensupları, varlık sebeplerini diğer siyasi kuruluşlara karşı hasmâne tavır takınmakta buluyorlarsa, sıkıntı hayli derinlerde demektir. Menfaat çatışmalarına, görüş farklarına, başka türlü ayrılıklara rağmen dostluk etmemiz gerektiğini düşünmüyoruz. Oysaki dostluk, farklılıkların, ihtilaf ve çatışmaların görmezden gelinmesini gerektirmiyor.
Farklı, ama yine de dost olabiliriz pekâlâ; bu tamamen bakış açımızı düzeltmekle ilgili bir zihnî durum; biraz da toplum hâlinde yaşama zaruretinin getirdiği medenilik hassasına ihtiyacımız var.
Farklılıklar, temelindeki dostluklar devam ettirildiği sürece bir anlam ve değer ifade edebilirler; hem farklı hem dost kalabilmeyi galiba pek denemiş değiliz, oysaki insanı ve toplumu zenginleştiren bu yüksek insanlık değerini kendi aramızda yaymış ve kökleştirmiş olmalıydık şimdiye kadar.
Farklı dünya görüşlerine sahip bulunduğumuz hâlde, kökü sağlam esaslara dayanan kalıcı dostluklar geliştirmekte muvaffak olamayışımız da bana göre medeni bir zaaftır.
Dostluk kurmak ve bu güzel ilişkiyi sürdürmek emek, karşılıklı anlayış ve saygı, asgariden hüsnüniyet gerektirir; yani zahmetli ve meşakkatli bir süreç! Oysaki düşmanlık etmek için sadece önyargı ve anlayışsızlık yetiyor!
Hazreti İsa (A.S), takipçilerine "Dar kapıyı tercih ediniz" diyordu; dar kapı, zoru seçmektir; zor olanı, emek ve enerji gerektireni tercih etmek, kolaya tevessülden daha değerli ve erdemli bir davranış olsa gerektir.
Sebeb bu mudur acaba?
Bugünlerde Ergenekon yapılanmasını savunanlarla eleştirenlerin birbirine karşı takındığı tutum da bundan farklı değil; arada nefret ve güvensizlik var. Ergenekon meselesi olmasa bile, biz çoğu zaman, yekdiğerimize şüpheli nazarla bakmak ve düşmanlık icat etmek için sebep bulmakta sıkıntıya düşmüyoruz.
Diyalog arayışlarını şüpheyle, art niyetle karşılıyor, her nezaket gösterisini zayıflık alameti sayıyoruz.
Vaktiyle yeni bir arkadaşla tanışmıştım; fıtraten halîm ve nazik bir insandı. Karşısındaki insan olduğu için değer veriyor, ciddiye alıyor ve önemsiyordu. O güne kadar, tanımadıkları birinden sebepsiz nezaket görmeye alışkın olmayanlarımız bu durumu yadırgadılar, hatta şüpheye düştüler, kendi aralarında,
-Bu adamın bizden ne türlü bir menfaati olabilir ki, bize böyle güzel davranıyor; acaba bizi kandırmaya mı çalışıyor? Aman dikkatli davranalım, fazla açık vermeyelim, diye konuştuklarına bile şahit oldum. Onları, sebepsiz nezaket karşısında kaskatı kesilmeye zorlayan şey şüphe idi; aldatılmak şüphesi, belki de böylelikle dalga geçilmek şüphesi... Bilmiyorlardı ki, asıl güçlülük, insanın kendisiyle bile dalga geçebilmesidir; öyle yapabiliyorsak, başka insanların "sebepsiz" yere nezaket göstermelerini bir tehlike işareti gibi algılamak densizliğine düşmekten kurtuluruz.
Nezaketi zayıflık işareti saymak için kendimizden başka neredeyse herkese tevcih edilmiş derin bir güvensizlik duygusunun esiri olmak gerekiyor. Düşmanlığın en temelinde güvensizlik, daha doğru özgüven eksikliğine bağlı kompleksler var.
Öyleyse meseleyi pratik bir teklife bağlayalım: Başta futbol kulüpleri olmak üzere siyasi parti yöneticileri, fikir önderleri, toplumda farklılıkları temsil eden sözcü durumundaki kişiler, benlik ve gururlarını hiçe saymak pahasına toplumumuzda yeni bir dostluk rüzgârı estirmek üzere harekete geçmelilerdir; karşılık beklemeden, sırf dostluk kültürünü ihya maksadıyla!