Dokunulmazlığa dokunmak
"Sizin oradan ne gördüğünüz pek de umurumuzda değil, ama biz böyle olmasını istiyoruz" taleplerindeki yoğunluk dikkat çekici boyutlara geldi ve üzerinde durulması gerekiyor.
Mesela BDP sözcüsü, "Demokratik özerklikten dönüş mümkün değil" diyor. Bu cümlede "Biz kararımızı aldık, siz de kabul etseniz iyi olur" edâsı, farklı yerlerde de seslendirilmekte. Ergenekon ve darbe sanıklarının iddianame karşısındaki ilk savunma tavırları benzer nitelikler gösteriyordu; aslında orada olmamaları gerekiyordu ve büyük bir hukuki hata, hatta komplo ile karşı karşıya idiler. Son günlerde bu edâyı hatırlatan bir başka tepki dizisi, şike ithamına maruz kalan futbol adamları ve taraftarında görülüyor. Böyle tepkiler arasındaki ortak nokta, hukuk düzenine karşı örgütlü güç kullanarak galebe edileceğine duyulan inancı seslendiriyor olmasıdır.
Böyle zamanlarda şike meselesine dokunmak, bir yazar için hiç de akıllıca, "müdebbirâne" bir hareket değil. Mesele, henüz "Ateşteki kestane" durumundadır; itham altındakiler kırgın ve öfkeli; taraftarlar ise, yöneticilerinden aldıkları, "Sizin oradan ne gördüğünüz pek de umurumuzda değil, ama biz böyle olmasını istiyoruz" iradesini (Tehdidini de diyebiliriz pekâlâ!) sokağa, sahaya, tribüne yansıtma gayretinde. Beğenmedikleri her yaklaşımı düşmanlığa yoruyor, öfkeyle tepki veriyor, kanaat sahipleri üzerinde açık bir baskı uygulamaya çalışıyorlar. Sâkin bir zamanda kendileri de teslim ederler ki hukuk, bütün şahsi ve kurum aidiyetlerinin üstündedir; "Benim kanım mavi renkli ve bundan dolayı bana hesap sorulması mümkün olamaz" yaklaşımının tuhaflığını onlar da bilirler teorik olarak. İş pratiğe aksettiğinde herkes, daha önce inşa edilen küçük iktidar adalarına çekilip, orada eski zihin dünyasının sıcaklığını arıyor. "Biz kesinlikle suçlu değiliz" cümlesinin anlamı, "Biz asla suçlu olamayız"dan çok farklı bir şeydir; ikincisi kurumsal bir imanı aksettiriyor ve elbette doğru da değildir.
Biz istediğimiz kadar, "Türk toplumunda Aristokrasi yok; en zenginimizin iki nesil önceki dedesi ya bakkaldır ya manifaturacı" deyip duralım, olup biteni gözden kaçırmışız. Türkiye'de dokunulmazlık herhalde en çok rağbet gören statü haline gelmiş durumda. En basit ifadesi, trafik polisine "Sen benim kim olduğumu biliyor musun"dan başlayan ve en gelişkin haliyle, "Biz bu tribünlerde ne hakimler, ne savcılar ağırladık; her maçtan önce bizden 50-100 bilet isterler"e kadar uzanan bir imtiyaz arayışıdır bu ve zımnında gizlenen tehdit görünmeyecek gibi değildir. Hepsi de, aslında dokunulabilir olduklarını farketmenin verdiği şaşkınlık ve öfkenin söylettiği sözler. Bir noktada anlayış gösterebiliriz; daha önce yapıp-ettikleri şeyler bırakınız suç unsuru sayılmayı, bilakis tam da yapılması gereken şeyler olarak kabul görürken aniden kahramanların maznun durumuna gelmesi kolay hazmedilir irtifâ kaybı değildir.
Basında olsun, hukuk çevrelerinde olsun bu sözlerin neredeyse görmezden gelinmesi ise tesbitimizi doğrulayan bir olgudur. Şu soruşturmalar usûlet ve suhûletle, fazla insanın canını yakmadan kapatılsa herkes için çok iyi olacak beklentisi yaygınlaştırılıyor. O yüzdendir ki vaktiyle dokunulmazlıkları herkesçe kabul gören çevrelerin, üstelik organize suçla itham edilmesi, genel mânâda "taraftarlığın" kimyâsını bozdu ve ayrıştırdı.
Tahkikat ve sorgulama sürecindeki ârızalardan yakınanları ayrı tutuyorum fakat, "Sen bana değil dokunmak, uzaktan elinle bile işaret edemezsin!" tarzındaki asabiyet gösterileri ilginç. Sosyoloji kürsülerinde bunları inceleyenler vardır mutlaka; bizim toplumda dikine ve hızla yükselmek isteyenlerin mâcerası dramatiktir tek kelimeyle ve bu kapsama başarılı olanlar da dahildir; özellikle de başarabilenler.
Güçlü bir topluluğun üyesi veya taraftarı olmak şahsî gururu, itibarı artırabilir; dikine yükselme sevdasındaki Türklerin omuzlarına birkaç telek daha ilavede bulunabilir ama ferdiyet ve şahsiyetin gelişimine faydası olacağını zannetmiyorum.
Hukuktan bile güçlü bir topluluğa ait olmaktansa, güçlüleri bile adil yargılayabilen bir hukuk devleti kavrayışını desteklemeliyiz.