Dineyri Papazı veya roman meselesi...

"Teklifsiz konuştuğu memleketlileri ona Mehmet Bey, İstanbul'daki ahbapları Ayhan Bey diyordu. Piyasada Cimşitoğlu diye çağrılır, Anadolu'nun ticaret muhitlerinde Cimşitzade, Cimşitgil adıyla anılırdı. Akif Kaptan'ın evinde Müyesser'le Gülbün iskambil falına oturunca onun ismi "Dineyri Papazı" olurdu." (s. 56)

...

Sadece "Dineyri Papazı"nın değil, yazarı merhume Safiye Erol'un da, -aslında hepimizin utançla yere bakması gereken- çok dikkat çekici bir yeniden doğuş hikâyesi var.

Sırayla gidelim.

Safiye Erol, Türkçenin büyük yazarlarından biri, çok önemli bir romancı; dilimize bambaşka, tatlı bir reviş, mahsus tabiriyle "halâvet" kazandıran büyük bir yazar. 20. yüzyılın büyük edebiyatçıları arasında adı pek zikredilmez, hani orta dereceli okullarda öğrencilere tavsiye edilen tanınmış edebiyat ürünleri vardır ya, onlar arasında sayılmaz. Meraklısı bilir sadece.

1902, Edirne Uzunköprü doğumlu. 15 yaşında harp ortasında Almanya'ya tahsile gidiyor; lise, üniversite, doktora derken 1926'da Türkiye'ye dönüş, dergilerde ilk yazılar... 1938'de Kadıköy'ün Romanı, 44'te Ülker Fırtınası, 46'da Ciğerdelen, 1955'te bu yazıya konu teşkil eden Dineyri Papazı. Devrin önemli entelektüellerinden. 7 Ekim 1964'te İstanbul'da rahmete intikal ediyor.

"Ciğerdelen"i, baş eseri sayılıyor; bu fikre kısmen iştirak ederim. Bana göre Dineyri Papazı da öyledir.

Safiye Erol'un bütün külliyatının itinalı bir baskı ile okuyucunun karşısına çıkması 2001 yılını bulmuş. Tek kelimeyle nisyan, kadirbilmezliğimiz, gerçek edebiyata uzaklığımız. Kubbealtı yayınevi Safiye Erol'un eserlerini, Halil Açıkgöz'ün editörlük himmetiyle yayımlamaya başlayalı beri, bu önemli sanatkârımız biraz daha bilinir oldu, meraklısı kolayca kitaplarına erişebiliyor şimdi. Acı verici bir yeniden doğuş hikâyesi kısaca.

DİNEYRİ NE OLA?

Papazı anladık da, niçin Dineyri papazı... Romanı okumuş biri olarak bu sorunun cevabını bulamadım. Meseleyi, dolaylı yoldan, Safiye Erol'un yazarlık değerini ve sanatını en iyi bilen isimlerden Selim İleri'ye de ilettim, şöyle bir cevap aldım: "Ben de hep merak ettim. Romandan pek anlaşılmıyor ama bir semt adı olabilir..."

FİLMİN SONUNDA KIZ ÖLÜYOR...

Bu roman hakkında söyleyecek birkaç çift sözüm var, lakin ondan önce romanın makul bir özetini arz etmeme izin veriniz.

Özet deyince bakın aklıma ne geldi? Sinemada yer gösterici görevli, film başladıktan sonra gelen müşteriyi yerine götürdükten sonra haklı olarak bahşiş bekliyor ama seyirci pişkin; "Haydi başka kapıya" dercesine bir istiskal ile para vermeyeceğini ima edince yer gösterici seyircinin kulağına eğiliyor ve diyor ki:

-Filmin sonunda kız ölecek; katil de evin uşağı! Haydi size iyi seyirler efendim!..

Benim özetim, merakınızı öldürecek cinsten değil, masum ve makul bir özet...

Gülbün bir İstanbul kızı, orta sınıfa mensup, iyi aile terbiyesi görmüş, eğitimli, aklıbaşında, dengeli, ince ruhlu ve bütün roman kahramanı genç kızlar gibi güzel bir genç kız.

Günün birinde Kalamış vapurunda orta yaşlarının üstünde, yakışıklı, etkileyici bir adam çekiyor dikkatini. "Dineyri Papazı" bu adamdır. Genç kızı etkilemek (Anadolu'da tavlamak da derler) için, basit, beylik, hatta aşağılık denilebilecek küçük kur taktiklerine başvuruyor. Gülbün -Hayrettir!- adamdan etkileniyor. Ondan gördüğü kaba, incelikten uzak, hatta hodbin edâdan nefret etmesi gerekirken aksi oluyor ve kart sevgilisine büyük bir hayranlık ve teslimiyetle bağlanıyor; hem ne bağlanış! Metresi olacak, âşığıyla Beyoğlu'nun ışıksız ara sokaklarında tedarik edilmiş bir garsoniyerde buluşmaya ve iffetini ona emanet etmeye bile rıza gösterecektir.

Buraya kadar basit bir Yeşilçam melodramı gibi görünüyor ama acele etmeyiniz: Dineyri Papazı, âşığı genç kıza karşı zekâsının bütün kuvveleriyle aşağılayıcı, kaba, anlayışsız ve hodbin davranırken şahsi gizliliğine azami dikkat etmekte, ilişkisini toplumdan itinayla gizleyebilen bir karakterdir; çünkü kendisini de sevgilisi yaşında bir kız babasıdır. Muhafazakâr, sözü sohbeti yerinde, kazancı iyi, itibar gören bir işadamı; tırnak içinde "şahsi" namusuna olağanüstü düşkün, eşine bağlı, içinde yaşadığı toplumun genel ahlâk değerlerine hürmetkâr bir adam. Bu adam, Gülbün'le (ve diğer metresleriyle!) baş başa kaldığında çirkinleşmekte, yem gibi kullandığı şahsî cazibesini toplum içindeki görüntüsünü tekzib edercesine çirkinleştirmektedir.

Burada bir meseleyle karşı karşıyayız: Dengeli; akıllı, iyi tahsil ve terbiye görmüş Gülbün, bu yıpratıcı (hatta okurken bile bana "Şu herifi ele geçirsem de bir güzel pataklasam!" dedirtecek derecede aşağılık) münasebete niçin rıza göstermekte, niçin kendisini defalarca ölümün, hatta intiharın eşiğine getirip bırakan bu hale katlanmaktadır?

Ee, roman böyle bir şeydir işte; kız, herife âşıktır, körkütük âşık. Aşkın bu raddesi kapılardan hanelerden ırak olsun fakat bütün kahramanlar makul ve dengeli davranacak olsaydılar ne okunmaya değer roman, ne de seyredilmeye değer film bulabilirdik. Hayli aşırı, belki abartılmış derecede aşırı bir durum söz konusu; iyi de, "Hayır, böyle bir şey gerçek hayatta olmaz" diyebilir miyiz? Dedim ya, hanelerden ırak.

[caption id="attachment_5956" align="aligncenter" width="258" caption="Safiye Erol"]

Safiye Erol

[/caption]

ROMAN YAZMAK, BİR MUTTAKİ İÇİN MÜMKÜN MÜ?

Sinemada yer gösteren delikanlının yaptığı gibi, romanın sonunu anlatmak densizliğini göstermeyeceğim, fakat bir nevi mutlu son imâsında bulunmamın mahzuru yoktur sanıyorum. Hayır, "Papaz" imana gelmiyor; kız da, kart herif de lâyık olduklarını buluyorlar. Bu haliyle romanı, "Mutlaka okuyunuz" diye sizlere tavsiye etmeye çekiniyorum açıkçası. Safiye Erol rahmetli güçlü bir romancı, kadri bilinmemiş bir yazar ama romanda öyle yerler var ki, Olimpiyat Yalanları başlıklı yazıdan hareketle benim zihni balataları kâmilen yakmış olduğuma hükmeden bir kafile saf okuyucu, "Sen bize gayrimeşru ilişkiyi hikâye eden bir romanı tavsiye etmeye utanmıyor musunuz?" yollu te'dip mektupları gönderebilirler. Roman böyle bir şeydir ve biz bu konuyu daha evvelce sütun komşum Ali Bulaç'la tartışmıştık. Roman, muttaki bir Müslüman'ın öyle kolayca üstesinden gelebileceği bir edebi tür değil; çünkü itirafa, mahremiyetleri ifşaya dayalı. Safiye Erol'un sanat hüneri olmasa, size çıtlattığım kadarıyla Dineyri Papazı'nın "Derdiyok ile Zülfüsiyah" türü halk hikâyelerinden pek farkı kalmayacaktı.

Burada bir çelişki yaşıyoruz: Roman, mahremiyeti ifşa ettiği için aynı zamanda çok güçlü bir sosyal tenkid vasıtası da olabiliyor. İslâm kültüründe ayıpları gizlemek endişesi baskın karakter, romanda tam tersi. Peki Safiye Erol'u böyle bir roman kaleme aldığı için, vefatından elli sene sonra yargılamaya hakkımız var mı: Ben pek o kanaatte değilim. Sebebini izah edeyim.

Dineyri Papazı'nı okuyunca kendi kendime, "Aa, bu adam sadece bir roman karakterinden ibaret değil ki; benzerlerinden çokça va" hayretine kapıldım. Dışarıdan bakıldığında mazbut, hatta muhafazakâr, hatta bir miktar dindar; ciddi, oturaklı görünen bazı zevatın hiçbir zaruri gerekçeleri yokken, keyfemâyeşâ evlilik dışı maceralara rüzgâr açtıklarını hiç duymadık mı? "Tahsil masrafların benden, ev de açayım, gayrı resmi (yani dinî) nikâhlı ikinci eşim ol" teklifiyle aslında yanaşmayacakları bir evliliğe rıza göstermek zorunda kalan genç kızlarımızın ahvalinden de böylece edebiyat aracılığıyla haberdar olamaz mıyız meselâ?

Dikkat, taaddüt-i zevcât kurumunu değil istismarcılarını eleştiriyorum. Boynuna halkalanmış kul hakkı ile secdeye varanlara, edebiyat aracılığı ile olsun bir eleştiri dayağı atmayacak mıyız yani? Ben düşünüyorum, siz de düşünün.


Kaynak (Arşiv)