Din usulü ile anayasa tekniği arasında
Cemevlerinin, hukuki statü itibariyle bir “ibadethane” sayılması yolundaki fikir, yüzeyde pek görülmeyen ve kökü hayli derinlere gittiği anlaşılan bir polemik konusu hâline geliyor.
Geçen hafta Ankara Mamak’ta cemevi ile camiyi aynı avluda buluşturan tesisin temel atma töreninde bazı Alevi grupları protesto gösterisi yaparak işi polisle çatışma noktasına kadar vardırdılar. Protestocuların tam olarak neye karşı çıktıkları belli olmasa da söz konusu projeyi bir “taviz” olarak yeterli bulmadıkları ve meseleyi yatıştırmaya yönelik bir uyutma hamlesi gibi değerlendirdikleri tahmin edilebilir. Protestonun anlamına katılabilecek son boyut ise eylül ayında hükümeti devirmeye yönelik Gezi benzeri bir eylem olarak anlam taşıması olabilir. Öyle anlaşılıyor ki bazı sol gruplar, mâkul veya mâkul olmayan her vesileyi sebep göstererek Türkiye’nin her yerinde direniş eylemi yapmaya kararlılar.
Cemevlerinin ibadethane sayılması konusu, Gezi benzeri direnişlerden daha önemli ve uzun vadeli bir mahiyet taşıyor. Meseleye hukuki planda son noktayı koyma gücünü elinde bulunduran hükümet çevrelerinin, ibadethane konusunda belirgin tarzda bir tereddüt yaşadığı hissediliyor. Anladığım kadarıyla hükümete yakın bazı çevreler, cemevlerinin ibadethane statüsü kazanması konusunda kendilerine göre bazı “kırmızı çizgiler” koymak niyetindedir. Bu çevrelerin temel itirazlarını şöyle sıralayabiliriz:
-Alevi ve Sünniler arasındaki görüşmeler, İslâm ortak paydası altında yürütülmelidir. “Ali’siz Alevilik” anlayışıyla Aleviliği bir dinî mezhep veya tarikat gibi değil de bir hayat tarzı gibi algılayarak İslâm dışı bir yoruma taşımak isteyenler muhatap kabul edilmemelidir.
-Bazı Sünni ve Alevi toplulukları öyle iddia etseler de cemevleri, dinî bir kavram olarak ibadethane kabul edilemez. Böyle bir taviz, dinin kendisinden taviz vermek manasına gelir. Cemevleri ancak tekke veya dergâh veya kültür merkezi statüsünde değerlendirilmelidir. Aksi takdirde hükümet ağır bir vebal altına girmiş olur.
-Diyanetin kaldırılması ve din derslerinin tedrisattan çıkarılması konusunda ısrar edenler, Aleviliği yeni bir din gibi sunup kabul ettirmek istiyorlar.
Karar mercîlerini tereddüde sevk eden itirazlar üç aşağı-beş yukarı böyle. Temel haklar konusunda bugüne kadar cesur adımlar atan hükümetin cemevlerinin statüsünde tereddüt yaşamasına buna benzer ikaz ve itirazların sebep olduğunu düşünebiliriz.
Sünnî nokta-i nazardan bakınca yukarıda sıralanan itirazlara katılmak pek tabii bulunabilir. Oysaki kamu otoritesi, Sünnî bakış açısından bakmak yerine meseleyi “din ve vicdan hürriyeti” çerçevesinde değerlendirmeye mecburdur.
Böyle bir şapka değişikliği, Türkiye’nin tarihî tecrübesini bilenler nazarında kolay değil. Osmanlılar, klasik zamanlardan bu yana dinî bürokrasiyi merkezî idarenin kanadı altına alarak gözettiler. Cumhuriyet idaresi de Diyanet uygulaması ile Osmanlı tecrübesini açıkça sahiplendi. Osmanlı ve Cumhuriyet tecrübeleri çok net şekilde Sünnî mahiyet gösteriyordu ve konuyu Sünnî nokta-i nazardan görüyordu. Oysaki mevcut anayasa (veya çıkmasını beklediğimiz yeni anayasa), Diyanet’i “din ve vicdan hürriyeti” kapsamında ele almak zorundadır ve mevcut hâlin devam ettirilmesi laik devlet prensibinin açıkça ihlâli manasına gelir.
Bu kapsamda devletin, bir dinî topluluk ile, inançlarının mahiyeti konusunda ön şart koşması, kırmızı çizgiler geliştirmesi sağlıklı görünmüyor. Öte yandan, belirgin bir tereddütle konunun sürüncemede bırakılması da doğru değil. Suriye’deki iç savaşın yıkıcı dalgaları Türkiye’yi de etkilemeye başladı. Ben konuya, “Haklarını teslim ederek Alevileri yatıştırmak, muhtemel bir Alevi-Sünnî gerginliğini başlamadan soğutmak” açısından bakmıyorum; doğrudan devletin anayasasında, “din ve vicdan hürriyetleri”ni sağlamak ve garanti etmek vecibesinin yerine getirilmesi noktasından değerlendirmek gerektiğini savunuyorum. Kanaatimce en sağlam ve tartışmasız nokta-i nazar budur. Batı Avrupa’da devletlerin, halkın dinini tayin etme yetkisi rafa kaldırılalı şöyle böyle 5 asır geçti. Bu konuda tereddüt geçirmek din usûlü açısından anlaşılabilir ama anayasa tekniği bakımından insanların tabii ve demokratik haklarını bir an evvel teslim etmekten daha iyi bir yol olmadığını düşünüyorum.