"Din kalmadı; mistifikasyon verelim!"

Ortaköy yârânının günün birinde Ortaköy Camii'ni fark edeceğini doğrusu ummazdım; evet, bu hüküm biraz insafsız, hatta gereğinden fazla köşeli.

İnsanları cami ile alâkalarıyla yargılamaya kalkışmayı, -dedikodu sadedinde olsa bile- doğru bulmam; ayrıntıyı öğrenince meselenin din ve vicdan dokunulmazlığı ile ilgili olmadığını anlayacaksınız. Yazar Hıncal Uluç, neredeyse ikinci adres ittihaz ettiği Ortaköy'ün düzen ve ahengi ile yazılar kaleme almayı seviyor. Geçenlerde bir arkadaşı, Ortaköy'deki dinlenme mekânlarının yer aldığı küçük meydandan etrafı seyrederken deniz kıyısındaki Ortaköy Camii'nin bir ışıklı reklam panosu tarafından kapatıldığını fark etmiş ve bu çirkin görüntünün engellenmesi için gazeteci dostuna dert yanmış. Hıncal Uluç da haklı olarak bu meselenin üstüne gidiyor, tarihî ve tabiî güzelliklerin bu derece metâlaştırılmasını ayıplıyor. Mimarlıklarıyla meşhur Balyan ailesinin imzasını taşıyan bu nadide yapının, etraftan görülmeyecek şekilde kapatılmasını kınıyor. İşte bu konuyla ilgili yazısındaki bir cümle dikkatimi çekti; diyor ki, "... oysa caminin işlemelerine bakmak için içi gidiyor insanın."

Hassasiyetinin gerekçesi ne olursa olsun güzel; ister danteli andırır taş işlemeleri yüzünden, isterse dinî endişe ile bu saygısızlığı kınamış olsun, bu çevre şuuruna hürmet duymamak imkânsız. Bu noktadan başlamak üzere Hıncal Uluç'un hassasiyeti ile istihzâ etmek mümkün; fakat bu kadarı ucuzluk olur. Ama çevre şuurunun inanç ve vicdan hürriyetlerine saygı gösterilmediği için acı çeken insanlara kadar uzanmaması, sadece Hıncal Uluç'un değil, intelijansiyamızın mühimce bir kısmının müşterek zaafıdır bana göre. Çevre dediğimiz şey, insana nispet edildiği için üzerinde titrediğimiz bir değer; aksi takdirde çevrenin kendinden menkul bir değeri yok. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çevrecilik şuurunun çoğu kere insan unsurunu bile bile ıskalayarak, modernizmin tahrip ettiği insan vicdânında yeni bir lâdinî bir vicdânî hacim inşâ etmeye çalışması gözden kaçmıyor. Bu çerçevede çevreciliğin beynelmilel bir "mystification", beynelmilel bir vicdân yaratma gayretlerini tespit etmeliyiz: "Din kalmadı size mistifikasyon verelim" yaklaşımı, bugünkü dünyanın müşterek değeri haline geldi. Bu gerçeği vaktiyle tarihî eser korumacılığını konu edinen bir ilmî komisyonun tartışmalarını dinlerken ilk defa fark etmiş ve çok şaşırmıştım; doğrusunu söylemek lâzımsa tabiî ve tarihî eserlerin her ne pahasına olursa olsun korunması gereğine ben de inanıyordum; ama çoğu restoratör ve sanat tarihçilerinden müteşekkil o ilmî heyetin meseleye yaklaşımını, insan unsurunu bir kenara iten ve yaptıkları işi neredeyse kutsallaştıran çok sığ ve ucuz bir "scientism"den (İlimsicilik; bilimselcik) ibaret görünce sergilenen titizliğe saygımın kalmadığını hissediverdim. İnsana rağmen, insan unsurunu ıskalamak pahasına tarihî ve dinî yapıları, sanat güzelliklerini ve hatta çevrenin bizatihi kendisini bile korumak anlamsız. Bu o kadar hassas ve anlaşılması zor bir nokta ki, insana yönelik hassasiyetlerin abartı derecesine varması da bir başka mistifikasyon teşkil edebiliyor. Hümanizm. Dünyayı ve var olan her şeyi insana nispet ederek değerlendirmenin bir karar noktası var; o hadd tecavüz edildikten sonra katı dünyevîliğin batağı başlayabilir pekâlâ. Peki, çevreyi ve hatta insanı bile gerektiğinde ikinci plana düşürebilecek o çok kapsamlı hassasiyetin ismi nedir öyleyse? Tek kelimeli cevap yeterli olmayabilir; doğrusu, olsa olsa şöyledir: Dünyevî hayatı, iki perdelik bir oyunun ilk perdesi olarak kabul etmek ve eserin tamamını dikkate almak, yani ahiret duygusu.

Başa dönelim, "dikkatleri caminin işlemelerinden daha ötesine nüfuz etmeyen aydınlar" başlığı ucuz ve kolay bir niteleme olur; ama günün birinde her insan ve her aydın, mutlaka ve her şeye rağmen korunması gereken değerin veya değerlerin ne olduğu konusunda zihnini burgulamak zorunda değil midir; bina, eşya, manzara-orman, su kaynakları ve hatta soluduğumuz havadan bile değerli bir şeylerin olup olmadığı hususunda düşünmek, insanın ontolojik nasibidir. Meselâ, "değil Ortaköy Camii'nin işlemeleri, Süleymaniye, Selimiye ve hatta içindeki bütün nadidelerle birlikte Topkapı Sarayı'nın külliyen ortadan kalkması bile, bu ülkede din ve vicdan hürriyetinin tahribi kadar telafi edilemez bir kayıp sayılmaz!" cümlesinin zamirinden ne anlarsınız?

...........

Şükürler olsun ki, bir kere daha rahmet ve mağfiret mevsimine erişmek nasip oldu; cümle okuyucularıma bu güzel Ramazan mevsiminde hayır ve saadetler temenni ediyorum.


Kaynak (Arşiv)