Din aromalı ürünler pazarlıyorum...
12 Eylül zindanlarında siyasi tutuklulara sabah-akşam zorla, dayakla İstiklal Marşı okutturulması karşısında, aslında sevdikleri ve benimsedikleri hâlde insanların niçin İstiklal Marşı’ndan nefret edecek duruma geldiklerini şimdi daha iyi anlıyorum.
Bence memlekette Atatürkçülük fikriyatının rayından çıkma sebebi de 12 Eylül zindancılarının, işkence ve zulmü Atatürkçülük adına yapmalarıydı. Diyelim ki tutuklu çok samimi, dindar bir Müslüman; bu kişiye sabah-akşam dayak atarak namaz surelerini, İslâm’ın, imanın şartlarını okutturur, oruç tutturup namaz kılmaya zorlar, Peygamber’in Veda Haccı’nı zorla ezberlettirirseniz bir süre sonra dinden-imandan soğuması mukadderdir.
Sağ olsunlar, ramazan girince bizim televizyonlar da üç aşağı beş yukarı Mamak zindancılarını andırır bir yayın çizgisine geçerek seyirciye aşırı miktarda dindarlık, ulûhiyet, tasavvuf, güzel ahlâk propagandası yapıyorlar. Bunca programın ve yayın saatinin yekûn çizgisinde dine ne kadar hizmet sayıldığı veya ne kadar zarar verdiği konusunda kafam karışık biraz; bu meseleyi yüksek sesle düşünmek istiyorum.
Naçiz hesabıma göre bu televizyonlarımız bu hızla ve bu edâ ile ramazan programlarına devam ederlerse 20 seneye kalmaz, Türkiye’de kendini laikçi hissedenlerimizin sayısında hissedilir bir artış vücut bulur. Laikçiden kastım mâlum: Dinini inkâr etmeyen ama sahiplenmek lüzumu da hissetmeyen, dinin ibâdet faslına uzak ve soğuk duran, geri kalmışlık davasında ilk kabahati daima dinin ve dindarların üstüne yıkmaya alıştırılan insanlar. Haydi bir kehânette bulunayım; bu kesimin sayısı artacaktır; gelecek laikçilerin yani! Dindarlık eğilimlerinin tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Refah artıp yaygınlaştıkça, şehirleşme oranı yükseldikçe, iletişim daha da çoğalıp insan hakları standartları iyileştikçe, “Bir Tanrı var ama, artık işlerimize karışmıyor; biz insanlar işlerimizi akıl ve mantıkla çözebiliriz” anlayışındaki insanların da artması mukadderdir. Batı’da böyle oldu, bizde de olur ve oluyor zaten. Bu noktada “Onların dini çürüktü, bizimki sağlamdır; İslâm’a hiçbir şey olmaz.” diye düşünmek, çocukçadır. Batı medeniyetinin geçtiği tren hattından başka yol tanımıyorsak –ki öyleyiz!–, o trenin vaktiyle geçtiği istasyonlardan biz de geçeceğiz: Bakınız alkolizm ve uyuşturucu yaygınlığı, bakınız çekirdek aile, yüksek boşanma istatistikleri, nüfusun yaşlanması, psikiyatri hizmetlerine duyulan talebin artması, ferdîleşme, görerek inanma ve tüketme alışkanlığı vb...
Niçin böyle oluyor; çünkü bu yayınları yönetenler, dinî alâmetleri ve özellikle ramazanı bir “iş” (business), bir mevsimlik hâl (season) olarak görüyor ve nasıl tiraja veya kazanca dönüştürülebileceği ile ilgileniyorlar (Bu tabirlerin İngilizcesini kasten yazdım, çünkü bu adamların İngilizce fikrettiklerini düşünüyorum artık). Dine doğrudan düşman olmak, yani zındıklık, dini bir iş gibi bir ticaret ve kazanç nesnesi gibi görmekten daha merdâne ve anlaşılabilir ve tercih edilebilir bir durum; o raddede miyiz?
Şu tespitte bulunmak fazlaca insafsızlık sayılabilir mi, bilmiyorum: Ramazan süresince Müslümanlık (İslâm değil, İslâm’ın hâlen yaşayan hâli ve topluluğu), sair aylara nispetle daha çok karşı tehdit altında kalmakta, yıpranmakta ve zâlimce tüketilmektedir. Bu duruma mâni olmak bir yana, bu garâbeti fark etmek bile zorlaşıyor. Zira ramazan dolayısıyla dinin acımasızca tüketilmesi ve dinden başka neredeyse her şeye âlet edilmesi, bizlerin, içimizden birilerinin işbirliği, teşviki ve gönüllülüğü dolayısıyla mümkün oluyor ve bu yüzden fark edilmez hâle geliyor. Dini ve dindarlığı görünür hâle getirmekte biz Müslümanlar, ticaret erbabına yardım ediyor, destekliyor veya bir süre sonra meselenin tabiatını görünce işin ticaretini bizzat yapıyoruz. Gönüllü katkımız olmasa, din bu kadar kolay tüketilir şey olmayacaktı. Doğrusu dini bu kadar görünür alâmetlerle elle tutulur hâle getirip metalaştırırken, harcıâlem kılarken ona hizmet ettiğimizi zannetmek garip ve zorlu bir çelişkidir.
Dindarlar elbette ticaretle uğraşır ama dinin kendisini ve alâmetlerini bizzat ticari emtia hâline getirmekten, şeytan görmüş gibi ürkerler.
İslâm’ın bütün hayat süreçlerini kapsadığını, kapsaması gerektiğini düşünüp söyleyenler herhâlde bu kadarını beklemiyorlardı; esasen bu söz yanlış anlaşılmış ve yanlış telaffuz edilmiş bir fikirdir. Vaktiyle devlet eliyle resmen din düşmanlığı yapılmış olması yüzünden Müslümanların derûnunda biriken hicrân, ilk fırsatta böyle “indifâ” etmemeliydi. İletişim kanallarına düşen İslâmi konuları niçin kısa sürede vakarından uzaklaştırdığımızı oturup tartışmalı ve konuşmalıyız.
Kimdi o “Kaç bu Müslüman’dan, sığın bu Müslüman’a.” diyen şair; Sâbir miydi?