Dikkat: Bu bir aşk yazısıdır
Web devrimi önce tüketim alışkanlıklarını değiştirdi; müziği ve eğlenceyi hızla tektipleştirdi. Çok tıklanan videolara eklenen reklamlar, eğlencenin ticari boyutunu hatırlatıp duruyor. Ezeli ve ebedi meselelerimiz yerinde sayarken dünyanın sureti durmadan değişiyor.
Gençler için internet oksijene benzeyen hayatî bir ihtiyaç şeklini almaya başladı. Bağlantısı kesilen gençler, sudan çıkmış balık gibi debelenip duruyorlar. Benzetme hoş değil ama durum hemen hemen böyle.
Video paylaşım siteleri (en ünlüsünün adını reklâm olmasın diye zikretmiyorum; kim bilir garibanlar ne kadar ticari kayba uğramışlardır şimdi!) benim de boş zaman öğütme tarzımı değiştirmeye başladı. Fırsat buldukça girip dünyayı tanıyor, daha doğrusu dünya ustalarının neyi nasıl yaptıklarını seyretmeye bayılıyorum.
Evet, web’in temel direği ticaret ve ticari çıkar ama ufak-tefek bedava hizmetleri de yok değil; bunların içinde benim için en başta geleni “Neyi nasıl yapıyorlar?” sorusuna cevap veren bilgi videoları. Bunlara paralel olarak insanoğlunun maddeye nasıl şekil verdiğini, dünyanın çehresini nasıl değiştirdiğini izah eden teknolojik aletleri de kimseyi rahatsız etmeden (yani kulaklıkla) seyretmek mümkün oluyor.
*
“Usta seyretmek” deyip geçmeyelim lütfen. Dünyanın en zengin, en muktedir insanlarından biri olsam, belli zamanlarda dünyanın en iyi ustalarını ziyaret edip, atelyelerinde misafir olmak, sonra bir köşeye sandalyeyi atıp nasıl çalıştıklarını seyretmek isterdim. Bu iş için bir de üste para vermek doğrusu hiç gücüme gitmezdi. Dünyanın en zengin insanı için hayır-hasenat işleri dışında paranın harcanabileceği en güzel yerlerinden biridir iyi ustalara verilen para.
Üreten insanların maharetlerini seyretmek çok zevkli; bizzat üretmek daha fazlası elbette...
Ne diyordum; çok zengin biri olsam, bir futbol sahasının yarı büyüklüğünde dev bir atelye kurar, içine kullanılabilir durumdaki bütün metal ve ahşap işleme aletlerini (en yeni tezgâh ve avadanlıklara kadar) doldurur, ustalar, kalfalar ve işçiler tutar, zevkime göre muhtelif imâlât yaptırırdım.
Neler mi imâl ettirirdim? Vaktiyle Sultan Abdülhamid Han, Yıldız Sarayı’ndaki ince marangozluk atelyesinde ne tür şeyler yaptı ve yaptırdı ise benzerlerini tabii.
*
Lâf Abdülhamid Han’dan açılınca aklıma geldi. Henüz gezmek nasib olmadıysa da Yıldız Sarayı’nda “Padişahımız efendimiz”in marangozluk âletlerinin sergilendiği bir bölüm var. Devrin önemli gözlemcileri, Abdülhamid’in marangozluğu önünde şapka çıkarıyorlar; esasen yaptığı işlerden pâdişahın titiz ve temiz bir işçilik sahibi olduğu da anlaşılıyor. Keşke bir sanat tarihçimiz bu konuyu ele alsa ve güzel bir monografi kaleme alsa; ihtiyaçtır ve eksikliktir. Bilmiyorum Türk Marangozluk Tarihi adlı bir eser var mı; sanat tarihçilerimiz böyle şeyleri de araştırmalılar bence...
Padişahı usta seviyesinde usta derecede ince marangoz olan kaç memleket var tarihte?
*
Türk marangozluğu deyince bir miktar duralım. Beş-altı sene öncesine kadar birkaç ahbabın marangozhanesinde hayli zaman geçirdim; haylice çaylarını içip sohbetlerinde bulundum; dolayısıyla işlerine nasıl bir bakışla yaklaştıklarını azbuçuk biliyor sayılırım.
Vallahi, bütün dünya bir yana, Japonların marangozluğu bir yana derim ben. Merak eden videolarını bulup haklı olup olmadığımı tahkik edebilir.
Japonlar diğer mesleklerde böyle midir bilemem fakat marangozluk sanatına sanki ibadet edermiş gibi derin bir saygı ve huşû ile bakıyor, öyle çalışıyorlar. Sabırlılar, tezcanlılık göstermiyor –tıpkı benim yaptığım gibi- işin bir yerinden sonra sabırsızlanıp iş bir an önce bitsin diye kaba-saba, kestirmeden iş görmüyorlar. Titiz adamlar, mükemmeliyetçiler. Kendilerine, işlerine, malzemeye ve kullandıkları âlete çok değer verdikleri âşikâr.
Ah, iş ahlâkı!
Adamlar ormandan ağaç keserken bile dini ayin benzeri bir tören yapıyor vallahi. Kestiği, biçtiği, yonttuğu, rendelediği ahşaba bu kadar derin hürmet gösteren bir başka taife var mıdır bilmiyorum.
Kullandıkları âletler geleneksel avadanlıkları, bütün eski ustaların âdeti üzere henüz kalfa iken evvela bizzat elleriyle imâl ettiklerini tahmin ediyorum. “Edevât”a gösterilen sevgi ve yakınlık, tâ buradan başlıyor olmalı. Meselâ bizde yaygın tipin aksine enine geniş tutulan rendeleriyle koca bir kalası neredeyse cilalanmış gibi pürüzsüz hali getirmeleri gösteren kısa filmi ne zaman seyretsem, “Bu adamların mesleklerine duydukları saygı ne kadar Müslümanca bir edâ taşıyor; kelime-i şehadet getirseler tamam olacak” diye düşünüyorum.
Rende deyip geçeriz halbuki...
*
Marangozluk mesleğini (aslında sanat demek gerekir erbâbı için) bu kadar önemsememizin esaslı bir sebebi var. İnsanlar, henüz bilmediğimiz zamanlardan beri önce toprağı, ardından tahtayı ve en son metalleri şekillendirerek âlet yaptılar. İnsanın tabiata –dikkat egemenliği değil!- temasını sağlayan en yaygın materyal bu üçüdür. İnsanların toprakla, ağaçla ve metalle aralarındaki münasebetin üslûbu bu açıdan çok önemli. Bu münasebet giderek üretim ve iş ahlâkını belirleyen bir tarz haline geliyor.
Amerikalılara bakıyorum meselâ (Videodan tabii), en basit işleri bile elektrikli bir âlet kullanarak, iş görür seviyede tamamlamayı tercih ediyorlar. Pratikliğin ve pragmatizmin had safhası. Evet, atelyeleri insanın aklını başından alırcasına tertipli, rasyonel tanzim edilmiş ve son teknolojik ürünlerle dolu, ne var ki yaptıkları işlerde bir Çinli veya Japon sanatkârın işi ile eseri arasına koyduğu saygı mesafesinden ve estetik üstünlükten eser görünmüyor. Teknolojileri var ama işin ruhu yok yaptıkları işlerin.
*
Bu arada belki merak eden bulunur; Çin ve Japon seramik sanatçılarının nasıl çalıştıklarını anlatan kısa filmler bende resmen terapi, daha doğrusu tedavi tesiri uyandırıyor. “Isı”yla değil elbette, hararetle tavsiye ederim.
*
Peki bizim marangozluğumuzun yeri neresidir diyebilirsiniz; bu sorunun cevabını birkaç yüzyıl önce Köroğlu vermiş maalesef: Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu! Bizim marangozlarımızın çoğu –ne yazık ki- mesleklerini sevmez hale gelmişler. Ahşap doğrama işleri yerini hazır imâlâta bırakalıberi, klasik marangozlukla ev geçindirmek resmen babayiğitlik halini aldı. İçlerinde ahşaba ve iş âletlerine büyük muhabbet ve hürmet duyanlar elbette hâlâ mevcut ama o kadar azlar ki...
İnsanın işini sevmesi, hattâ âşık olması diye bir boyut var; daha ucuza gelen ve müşteriyi daha kestirmeden tatmin eden seri üretim sanatkârda aşk-meşk bırakmıyor. Restorasyon projelerine çalışan marangozların bile yalapşap tarzı yapılmış işler çıkardığını görünce çok üzülüyorum.
Âlet, temel malzemenin yerini almamalı; âlet tek başına iş görmez fakat sanatkâr ve malzeme başbaşa kalınca güzel şeyler ortaya çıkar.
*
Yahya Kemal merhum, “Bir aşk oluverdi âşinâlık” demişti; çalışkanlık ve mesleğe hürmetin hâsılı da aşktır; bana göre sanatın en iyi tariflerinden biri de bu galiba.