Dik dur, dik otur

Bütüne bakarken parçayı ihmâli telkin eden toptancı bakış açımız ferdi görünmez hale getiriyor, sonra problemlerin çözülmezliği karşısında eziliyoruz. Oysa ki belkemiğini dik tutan insanların bolluğunda hiçbir çözüm imkânsız denecek ölçüde uzak değildir.

Ya Hayat Bilgisi kitabı olmalı ya da Türkçe; bugünküler gibi cicili bicili, renkli kuşe kapaklı, birinci hamur kâğıtlı filan değil, bizim kuşağın "üçüncü hamur" tâbir ettiği kötü cins kâğıda basılmış, matbaacı esnafının "kablık" diye isimlendirdiği en ucuz karton cinsiyle kaplanmış ama içinde yazılan şeylerin çoğunu yarım asırdır beynimizde gezdirdiğimiz kitaplardan biri. İlkokul öğrencisinde edebî zevk nasıl uyandırılabilir sorusunun cevabı, o ucuz ve kötü basılmış kitapların iki kapağı arasındadır ve Milli Kütüphane'nin bir rafında yeniden keşfedilmeyi bekliyordur. İşte o ilkokul kitaplarından birinden bir yazı başlığı hatırlıyorum: "Dik dur, dik otur". Başlığın hemen altında bir resim; sıraya eğri—büğrü oturmuş bir talebenin belkemiğindeki arızaları gösteren kaba ama etkili bir çizim bu. Hemen yanında "doğru" oturduğu için belkemiği düz duran bir başka talebe daha var. Yazı, sıraya doğru oturma tekniğine dair. Misâlini gazete ve dergilerin sağlık köşelerinde kerrat ile gördüğünüz öğütlerden biri işte: Doğru oturmasını öğren ki, belkemiğin eğrilmesin vesaire.

Bu küçük ve mâsum didaktik yazının bir ahlâk düstûruna, çok sağlam bir dünya görüşüne zemin teşkil edebildiğini çok sonraları farketmiş olmalıyız. Omuzlarımdan sırtıma doğru gittikçe kavislenmeye başlayan "kamet" eğriliği, vaktiyle okumuş ve farketmiş olsam da şu güzel sağlık öğüdüne pek aldırış etmediğimi gösteriyor, o ayrı bir bahis.

İnsanın iki belkemiği vardır, ilki bildiğimiz belkemiği, enseden kuyruk sokumuna doğru uzayan omurlardan müteşekkil bir iskelet mihveri. İkincisini teşhis etmek o kadar kolay olmayabiliyor; fikri ve mânevi belkemiğinin omurlarını tesbih gibi aynı doğrultu üzerinde tutmak, insan hayatının en müşkül meselelerinden biri. "Doğru" kavramı hayatın her deminde farklı mânâlara bürünebiliyor; dünün doğruları bugün yanlış bir sûrette görünebilir meselâ; dünün yanlışları, nasıl değiştiğini bile anlamadan mâkulleştirilebilir. En fenası ise doğruyu doğru, eğriyi eğri bildiğimiz, anlam seviyesinde kendimizi aldatmadığımız halde çoğu kere "viran olası hânede evlâd ü ıyâl var" terânesiyle oturuşumuzu, duruşumuzu değiştirmek olsa gerek. Dua metinlerinin arasında "Hakkı hak bilip Hakk'a ittibâ, bâtılı bâtıl bilip bâtından içtinâb etmek" diye bir kavram var; ilk bakışta mânâsız görünüyor; "doğruyu doğru olarak niteleyip doğru olanı yapmak, yanlışı yanlış olarak kabullenip kaçınmak!" Oysa ki insanın mânevi ve fikri bakımdan uğrayabileceği en büyük facia doğru—eğri, faydalı—zararlı, iyi—kötü gibi temel kavramlarda teşhis hatâsına kapılmak olsa gerektir. Bir kere öğrenmiş olmak yetmiyor, her dem bu bilginin taze kalması, tazelenmesi de lazım; feleğin öyle cilveleri var ki, bazen uğruna can ve baş koyduğumuz yükseklikleri bile tanınmaz hale getirebiliyor.

Bize büyük ve aşılmaz gibi görünen problemlerin çoğu, —belki de tamamı—, şu basit "dik dur, dik otur" öğüdünü, hayatın belli virajlarında kulakardı etmekten kaynaklanıyor. Belli irtifâlardan sonra "adam gibi adam" sıkıntısı çekmeye başlayınca farkediliyor ki duruşta bir gariplik, belkemiğinde sonradan ârız olmuş bir eğrilik, kamette bir yamukluk, oturulacak yeri seçmekte bir isabetsizlik vardır ve bu ârızalar bizi "adam gibi adam" sıfatından uzaklaştırmıştır. Oscar Wilde, "Şerefle tamamlanması gereken en ağır vazife hayattır" derken bu gibi insanlık hallerini kasdetmişti herhalde. Dikkatimizi kendi hayatımız ve şahsiyetimizden koparıp memleket meselelerine mıhlamanın, kendimize dair düşünce ve tahlil alışkanlığını dumura uğratması ne acı çelişkidir. Ortega Y. Gasset aynı bakar körlüğün İspanya için de sözkonusu olmasından yakınmıştı bir yerde. "İspanya söz konusu olunca kendimizi unutuyoruz ve bu fikr—i sâbit, bizi daha aslî ama basit meselelerden uzaklaştırıyor" meâlinde bir şikâyetti bu; şüphesiz bizim için de vârittir. Nâmus nâmus diye nâmusdan olmak, dürüstlükten bahsederken kalbin dürüstlüğünü ifsâda uğratmak neviinden bir körlükden bahsediyorum. Bir yaştan sonra tashihi çok zor bir ârıza bu.

Büyük meselelerin çoğunda herbiri küçük şahsiyet arızalarından oluşmuş kangren bölgeleri teşhis etmek de bir şeydir. Bütüne bakarken parçayı ihmâli, hatta küçümsemeyi telkin eden toptancı bakış açımız, şahıs seviyesinde feci iflâslara sahne olabiliyor; bir mânâda tek ferdi görünmez hale getiriyor, sonra problemlerin çözülmezliği karşısında eziliyoruz. Oysa ki belkemiğini dik tutan insanların bolluğunda hiçbir çözüm imkânsız denecek ölçüde uzak değildir. Misâl? Misâllerini de siz hatırlayınız.

Şair doğru söylemiş: "Şerefle tamamlanması gereken en ağır vazife hayattır."

Alıntı: balıkesır semalarını aydınlatan kıtaplar

Bir şehrin kendi hâfızasına ve medenî birikimine sahip çıkması, ümitvar olmamızı gerektirecek bir güzellik ışıltısıdır. Medeniyet şehirlerde inşâ edildi ve geliştirildi. İstanbul'u bir kenara bırakırsak taşra şehirlerinde yayın faaliyetinde bulunmak ahir zaman kahramanlıklarından sayılsa yeridir.

Çankırı kitaplarından sonra Balıkesir'den bir ışık hüzmesi yükseldi ve bu güzelliği sizlerle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Kuyumculukla iştigal eden has Balıkesirlilerden (aslen Konyalı olması ne güzel nükte!) Cengiz Eratalay'ın göndermek nezaketinde bulunduğu bir yığın Balıkesir kitabı duruyor şimdi masamda. Hepsi de Zağnos Kültür ve Eğitim Vakfı tarafından ders kitabı boyutlarında yayınlanmış ilmi endişe taşıyan kitaplar. İlki, meşhur tarihçimiz İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın 1925'de yayınladığı "Karesi Vilayeti Tarihçesi"; bu nadir eserin faksimil, yani "tıpkıbasım" olmasa da asli diline saygı gösterilen bir tarzda 75 sene sonra yeniden hayat bulması ne kadar güzel. Aynı yazarın, yine aynı yıl içinde kaleme aldığı "Karesi Meşahiri" isimli eser, Karesi vilâyetinin, bugünkü ismiyle Balıkesir'in yetiştirdiği âlim ve sanatkârlar hakkında kaleme alınmış bir başka çalışma. Genç araştırmacılardan Tacettin Akkuş'un "Tanzimat Başlarında Balıkesir Kazası" isimli kitabı, titiz ve derin bir mesainin eseri olduğunu hemen hissettiriyor. Sırada Aydın Ayhan'ın "Balıkesir ve çevresinde Yörükler, Çepniler ve Muhacırlar" unvanlı değerli tarih etüdü var. Onu Muharrem Eren'in iki eseri, "Mutasarrıf Ömer Bey" ve "Zağnos Paşa" monografileri takib ediyor. Tanınmış araştırmacı M. Kayahan Özgül ise "Helvacızâde Muharrem Hasbi" ve Paşabeyzâde Ömer Âli Bey'in "Türkmen Kızı" isimli iki çalışmasıyla faaliyete destek vermiş. Türkmen Kızı, edebiyatımızda az bilinen ama pek çok cihetten ilk'e imza koyan önemli bir roman.

Zağnos Kültür ve Eğitim Vakfı'nın mensupları böyle seçkin ve ilmi değer taşıyan bir yayın faaliyeti gerçekleştirdikleri için tebriki hakediyorlar. Darısı taşranın öteki şehirlerine.

Bilgi için adres: Milli Kuvvetler Cad. Ermişler İşhanı, 31/6 Tel: 0266 245 45 45, Fax: 243 46 64, E—posta: [email protected]


Kaynak (Arşiv)