Dijital ve nobran
Bir ordu, neticede bir halk için vardır; en azından "milli ordu"lar için teorik durumun böyle olması gerekiyor. Korunması gereken asıl nesne toplumun bizatihi kendisidir.
Türk ordusu, Batılılaşma cereyanı esnasında üstlendiği keşif birliği ve öncülük görevini, iki asırlık zaman zarfında devletin ve sistemin koruyuculuğu şeklinde yorumladı; bu yorum toplumsal bir itiraz görmedi çünkü nihai tahlilde ordunun tekil temsilcisi Türk askeridir; oğlumuzdur, yeğenimizdir, komşumuzdur, mahalleden bir delikanlı veya hiç tanımadan sevip, uzaktan gözlerimizle okşadığımız, Allah'a emanet ettiğimiz sahici bir ferttir. Türk askerine duyulan milli sempati, Türk toplumunun kendi ordusuna muhalefet etmesini engelleyen hissî ve fıtrî bir olgudur.
Bir toplumun bir ordusu olur, ikinci ordu fitne ve iç savaş sebebidir. Türk toplumu yakın tarihte birkaç defa, Türk ordusundan iki birliğin birbiriyle çatışmasına şahit oldu ve bu kötü tecrübeleri zihnine kazıdı: İlki, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın lağvı esnasındaki sokak çatışmalarıdır; ikincisi 1909 Nisanı'nda vukubulan 31 Mart hadisesidir; en yenisi Milli Mücadele'nin başlangıç safhasındaki Hilafet Ordusu meselesidir ve en taze örnek ise 27 Mayıs darbesinin ertesinde cereyan eden askerî tensikat ile Talat Aydemir'in yol açtığı ardçı darbe teşebbüsleridir. Türk toplumu bu çatışmalar esnasında asla taraf olmamıştır; zira insiyakleriyle bilir ki ordunun kendi içinde çatışması bizatihi felaketin kendisidir.
Ordu, tarihî ve toplumsal şuurun zihinlerde yerleştirdiği "tek ordu-milli ordu" sempatisini ve bu sempatiden doğan krediyi kullanarak 1960'tan bu yana topluma ve siyasete beşinci kere müdahale etti. Bu müdahalelerinde ordu toplumun önemli bir kesimini incitti; dolaylı olarak onları rejime, anayasaya, devletin temel prensiplerine, laikliğe ve Cumhuriyet'e düşman gördüğünü açıkça veya zımnen ifade etti; bu esnada sadece anayasal düzeni yıkmakla kalmadı, yine askeri güçlerin telkini ile kaleme alınmış iki anayasayı beğenmeyerek lağvetti ki bu anayasalardan biri Atatürk'ün en büyük fikri mirası sayılmak lâzım gelen 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu idi.
İki gün önce ordu, bu defa garip bir üslûbu tercih ederek "dijital" teknoloji aracılığı ile siyasi dengeleri bir kere daha allak-bullak etti ve devlet başkanlığı seçimlerinin başladığı ve hemen akabinde klasik bir CHP refleksiyle Anayasa Mahkemesi'ne düştüğü günün gecesinde laikliğin zedelendiğini öne sürerek vesâyet haklarını bir kere daha yüzümüze vurdu.
Ordu yöneticilerinin kendilerinden başka neredeyse herkesi laiklik ve cumhuriyet düşmanı sayan nobran tavırları izzetinefsimi incitiyor; bizleri devletin temel değerlerine muhabbet ve sadakat gösterisinde bulunmaya itmesi gururumu rencide ediyor. Rütbesi ne olursa olsun, herhangi bir üniformalı bürokratın, kendini daha işin başında benden daha yurtsever saymasını kabul etmiyorum. O yüzden bu müdahaleyi fikri hürriyetime, siyaset felsefeme, dünya görüşüme karşı yöneltilmiş bir nobranlık sayıyor ve protesto ediyorum.
Ne yazık ki Türkiye, kendini lüzumundan fazla akıllı zannedenler yüzünden tehlikeli bir viraja sokuldu; ülkenin neredeyse yarısından fazlasını düşman, câhil ve zararlı sayan bir kavrayış yüzünden aslında kolayca kaynayabilecek toplumsal fay kırıkları, bile bile derinleştiriliyor; sessiz çoğunluğun rövanşizm hisleri tahrik ediliyor.
Bir rejim askerî bildirilerle değil, ancak toplumun samimi katılım ve desteği ile ayakta durur. Ordu, şu günlerde yaşanan siyasi tartışmaların tarafı haline gelmemeli ve siyasi polemik nesnesi olmamalıydı; bu, büyük bir talihsizliktir fakat iki adım ötesi bile hesab edilmemiş fevrî bir çıkış olarak tarihe geçecektir.