Devletin alacakaranlığı
Turgut Özal’ın naaşı üzerinde yapılan tahlillerin nasıl bir sonuç verdiği hakkında hâlâ aydınlanmış sayılmayız. Kabir 3 Ekim’de açıldı ve üzerinden 3 ay geçti. Bu süre zarfında Özal’ın zehirlendiği yolunda gazetelere iki defa bilgi sızdırıldı ve doğrulanmayan bilgiler üzerine bir hayli dedikodu yayıldı. Geçen hafta yapılan açıklamada zehir bulgusu doğrulandıysa da uzmanlar görüş birliğine varamadılar.
Söz konusu belirsizlik, Özal değil de sıradan bir insanın naaşı olsaydı uzmanlar yine ihtilâf eder miydi bilmiyoruz. Dedikodu ve sır perdesinin kalkması için güvenilecek son kurumun bir karara varmaktaki tereddüdü şaşırtıcı. Zehir miktarı ile zehirlenme olayı arasındaki ilişkinin uzmanlar tarafından hâlâ belirsiz bir nitelik göstermesine inanmak güç.
Maddi bulgular üzerinden yürütülen araştırmanın belirsizlikle sonuçlanması haliyle dedikoduları kışkırtıyor. Şüphesiz bilimin de kararsız davrandığı anlar ve olaylar vardır ama tereddüt göstermemek gereken nokta şudur: Devlet, öteden beri olduğu gibi şimdi de halkın bilgilendirilmesi konusunda ketum, önyargılı ve hatta sarsak davranıyor.
Devlet, vatandaşları hakkında toplayabileceği bilginin azâmisine ulaşmak istiyor ve bu konuda kanunlarla ve bütçe fonlarıyla desteklenmiş hayli esaslı bir yapılanmaya sahiptir; buna mukabil vatandaşın devlet faaliyetleri hakkında bilgilendirilmesi (ki bu bir haktır ve “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu” adıyla 2003’ün Ekim ayında 4982 sıra sayısıyla kabul edildi), tâbir yerinde ise âdeta bürokrasinin insafına bırakılmış derecede zor ve ağır işleyen bir mekanizmaya tabi kılınmıştır. Devlet, bilgiye öncelikle erişme ve onu, çıkarlarını zedelemeyecek şekilde açıklama veya gizleme tekeline sahiptir. Yukarıda adı geçen kanun, benzeri anayasa maddelerinde olduğu gibi bir hayli kalabalık tutulan bir istisnalar eleğinden geçirdikten sonra zararsız gördüğü kısmın açıklanmasına izin veriyor.
Bilgi güçtür; iktidarların halkoyuyla seçilip görevden uzaklaştırıldığı demokratik ortamlarda bilginin etkisi daha çok artıyor ve bu sebepten olsa gerek devleti kontrol eden güçler, bilgi üstünlüklerini halkla paylaşmakta isteksiz davranıyor. Devletten vatandaşlara akseden bilgiler, bazı bürokrat ve politikacıların, “zararsız” diye nitelediği türden şeylerdir. Kamuoyu desteğini doğru yönde şekillendirmek için çoğu kere, hiç talep edilmediği halde bazı bilgilerin el altından veya resmî yoldan açıklandığı örnekleri hepimiz hatırlayabiliriz.
Sayısı binleri bulan faili meçhul cinayetler bir yana, gazeteci Uğur Mumcu’nun, General Eşref Bitlis’in öldürülmesi, Gazi Mahallesi ve Sivas olayları gibi çok bilinen örnekleri hatırlayalım; devletin bu konularda bildiği ile bilinmesi gerekenler arasında çok vahim farklılıklar bulunduğu açık. Onlardan çok daha önce devlet içinde yuvalanmış ve devletten bir şekilde destek görmüş Ergenekon Örgütü hakkında devlet, karar safhasına kadar varmış bulunan davada, elindeki bilgilerin ne kadarını yargıyla paylaşmış olabilir? Benzeri bütün sualler bir yana, devletin resmî haberalma teşkilatının Cumhuriyet tarihi boyunca -bırakınız kamuoyunu- emri altında çalıştığı hükümetleri bile bilgilendirmek konusunda ne kadar ketum davrandığı artık bir yakın tarih gerçeği haline geldi.
Devlet cihazında vehmettiğimiz “derinlik”, bilgilerin saklanması ve karartılmasıyla kasten meydana getirilen bir kirli görüntüdür aslında. Aslolan devletin derinliği değil saydamlığıdır. Derinlik, ürküntü ve korku telkin ediyor. Devletten hâlâ korkmamız gerekiyor mu; hayır, o kutsal bir kurum değil, teknik bir hizmet cihazıdır.
Gerçeği gizlemek, örtmek ve belirsiz hale getirmek de bir nevi zehirlemedir. Eksik ve yanlış bilgilendirme vicdanı, ahlâkı, sağduyuyu zehirliyor; kalabalıkları her zaman devlete muhtaç ve ona korktuğu için saygı duyan kullar haline getiriyor.
Nerede devleti, halka hizmet örgütü haline getirmeye kararlı ve gerçeğe saygılı vicdanlar; onlar da devletin alacakaranlığını “Biraz da biz safâsını sürelim” diye sevmiş olmasınlar sakın!