Devleti yeniden tarif etmek
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, en kestirme hesapla bin yıllık bir devlet geleneğinin "doğrultusunda değil ama şüphesiz bu geleneğin" ışığında kuruldu.
Cumhuriyetin bânileri, devlet nedir bilmeyen ve meseleyle bir emrivaki tarzında karşılaşmış insanlar değildiler; hepsi de son Osmanlı hükümetinin bürokratları idiler ve şüphesiz Osmanlı devlet felsefesinin "devlet"i ebed müddet" idealini biliyorlardı. Cumhuriyeti çok uzun ömürlü olması temennisiyle kurdular ama yüzyılın ilk çeyreğindeki güç paylaşımı esaslarının, yüzyılın sonuna kadar devam edemeyeceğini tahmin etmiş olsalar gerektir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 21. yüzyılın dayattığı meydan okumalara sağlıklı cevap verebilmek için yeniden derlenip toparlamak, sistem şemasını gözden geçirmek ve güç dengelerini yeniden kurmak zorunda. Yaşadığımız bütün krizler, yolsuzluklar, çatışmalar ve gecikmiş hesaplaşmalar bu ihtiyaca işaret ediyor.
İlle de komplo teorisi kurmak, topu "out"a, yani dışarıya atmak gerekmiyor; devletin mukavemetini yükseltmek, yönetebilirlik kabiliyetini artırmak ve problem çözme gücünü takviye etmek, onu bizzat yönetenlerin ve yönlendirenlerin görevi idi. Bu görev çok net ve tartışılmaz bir şekilde savsaklandı. Devletin yeniden yönlendirilmesini askeri darbelerin ertesine bırakmak hata idi; askeri yönetimleri takip eden sükûnet dönemlerinde statükoyu devam ettirmek ve anayasal kurumları harekete geçirerek yumuşak tarzda rejimi asrîleştirmemek de hata idi. Yılların ihmâl ve savsaklamasını, bugün değişik dozda siyasi çatışma cinsinden göğüslemek zorunda kalıyoruz.
Demokratik düzen, ne yazık ki istenilen zaman ve mekânda, inkılâpla ve inkılâp kanunlarıyla tesis edilemiyor; devletin çatısını, belli başlı kurumlarını inkılâpla onarmak mümkün fakat devlet dediğimiz cihaz kendiliğinden işlemek lüksüne sahip değil. Devlet ancak toplumla, toplum dediğimiz değişkenle anlam ve fonksiyon kazanabiliyor; toplum ise kanun gücüyle tesis edilemeyen ve yönlendirilemeyen karmaşık bir yapı. Topluma rağmen toplumu tasarlamaya kalkışmak kriz doğuruyor; topluma rağmen devleti tasarlamanın neticesi ise tasavvur edilsin. Yargı erkinin siyasallaşmakla itham edilmesi ve zaman zaman yürütme niteliğinde kararlara imza atmasının sebebi bu. Diğer taraftan yasama uzvunun yürütmenin gölge ve güdümünde kalarak çalışmaya mecbur kalması da aynı sebepten kaynaklanıyor. Demokrasi teorisinde temel "erk"ler arasında sayılmayan cihet"i askeriyenin, hemen her idari ve siyasi meselede görüş bildirmesi ve ağırlık koyması da aynı zaafiyetten kaynaklanıyor.
Bütün bu hadiseler, belli başlı devlet kurumlarının fonksiyon itibariyle yeniden tarif edilmelerini gerekli kılıyor. Elbette kolay değil ve kolay olmayacak; Batılı demokrasiler, bugünkü arızasız işleyişlerini inkılâp neviinden üstyapı yönlendirmelerine değil, bazen asırlarca süren ve büyük toplumsal bedeller ödenerek teskin edilen ızdıraplara borçlular. Batılılar birlikte barış içinde yaşamayı, devletin temel kurumları arasında tesis etmeyi kitaplardan ve başkalarının uygulamalarından değil, ızdırapları üzerine teemmülle kıvrılarak öğrendiler. Bizim de aynı acılı toplumsal süreçlerden geçmemiz gerekmiyor elbette; akıl ve basireti harekete geçirerek çağdaş normlara itaatkâr bir tarzda devletimizi yeniden tarif edebiliriz; üstelik bir avuç devlet seçkininin zannettiği gibi Cumhuriyet'in temel prensiplerini reddederek değil, tam aksine onları daha işler hale getirerek devleti çağdaş normlarda yeniden tarif edebiliriz.
Çağdaşlık kimin umurunda diye sorulursa hatırlatmalıyız ki devran değişmiştir; Türkiye'de çağdaşlık taraftarları, denilebilir ki, şu günlerde kararsız seçmen sayısınca çoğunluğa geçmiştir. Çağdaşlık istasyonunda üç çeyrek asır beklemek kimseyi çağdaş yapmıyor; bizim devlet seçkinlerinin zaafı burada işte. Dünün ilerici takımı, bugünün sistem çıpası haline geldi. Garip ama Türkiye!
Özür ve düzeltme: Pazartesi yazısının başlığı "charekter" değil, "character" olacaktı. Langenscheidt cep sözlüğünün azizliğine uğradım. Düzeltiyor ve özür diliyorum. ATA