Devlet bilimi sever mi, döver mi?
TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi), Başbakanlık'a bağlı özerk bir kuruluş, görevi, ülkeyi yönetenlere ilmi konularda danışmanlık yapmak, yol göstermek. 1993'te kurulan TÜBA'ya , bugüne kadar hiçbir hükümet danışmamış. Milliyet'in haberine göre kurumun başkanı Prof. Dr. Engin Bermek, bu durumu eksiklik diye niteliyor; son iki Cumhurbaşkanı kuruma "ilgi ve anlayış" göstermiş ama hükümetler, âmiyâne tabirle aldırış etmemişler.
Bilim ve devlet, kağıt üzerinde birbirine çok yakın iki kavram gibi durur; çünkü hepimiz -farkında olalım, olmayalım- resmi eğitim esnâsında iptidai bir pozitivist yaklaşımla şerbetlenmişizdir: Özetle "Bilim en doğruyu arar, bulur ve cesaretle ortaya koyar; devletin görevi de onu uygulamaktır". Peşinen belirtmeli ki cümledeki bütün hükümler ve illiyetler yanlış, en azından fecî derecede şüphelidir. "El diyor ben de diyorum" hesabınca çok tekrarlandığı için doğru ve tartışılmaz zannedilen efsânevî aksiyomlar bunlar.
En basit olmazı şu: Siyaset olması gerekeni konu edinir, ilim "olan"ı inceler. Siyaset ilmî olmaktan ziyade "hadsî" yani sezgiye dayanan bir süreçtir; pozitif ilimler sezgiyi bir bilgi kaynağı olarak görmez. Siyaset pratiğe ve gündeliğe kilitlidir, ilim ise teorik mânâda hiçbir şeyi mükemmel bulmaz ve daima yanlışlanabilme ihtimâlini göz önünde tutar. Bu, siyaset adamlarının ilmî verilere asla güvenmemesi gerektiği anlamına gelmez ama "devlet ve bilim" ilişkilerinin Türkiye'deki seyri netâmeli, sâbıkalı bir sicile sahiptir. En evvel Türkiye'de bilim denilince anlaşılan şey, son zamanlarda "sayısal" diye yuvarlatılan disiplinlerin toplamıdır; insânî ve sosyal ilimler "bilim"den sayılmaz pek (TÜBİTAK'a bakınız meselâ; kurumun bünyesinde fizik, kimya, biyoloji ve matematik uzmanlığı titri taşımayan kaç kişi olduğunu merak ettiniz mi hiç?). Resmî duruşun bilime hürmet ve itibarı "fenn" ile sınırlıdır ama o ihtisas sahalarında dahi fen adamlarının ilmi görüş ve içtihatları devlet nezdinde pek itibar görmemiştir.
Bu itibarsızlığın kabaca iki mühim sebebi var; ilki, Türkiye'de ilim adamlarının bir müşterek ma'şeri vicdan ve etik oluşturmakta gayretsiz ve gönülsüz davranmaları, ikincisi ise ihtisas sahalarına pozitivist bir imanla bağlanarak ürettikleri bilginin güvenilirliği ve dayanıklılığı konusunda hâlâ XIX. yüzyıldan müdevver bir bâtıl itikat çizgisinde mıhlanıp kalmalarıdır. Hukuk sistemini lâgarlaştıran "bilirkişilik" kurumunu bir de bu gözle incelemelidir meselâ. 17 Ağustos depreminin akabinde ortalığa saçılan ilmî içtihatların ve bilim adamı portrelerinin röntgenini bir de bu bakışla tahlil etmeli! On seneden beri bu ülkede siyanürle altın üretiminin zararlı olup olmadığı tartışılır; neticesini bilen var mı? Müstesnâlara hürmetimiz mahfuz ama istisnâlar kaideyi takyide yarıyor bir yerde. Ciddiye alınması gereken bir ara izah, Türkiye'de "bilim adamı" kimliğinin, devlet memurluğu ile iç içe geçmesidir; özerklik kavramının nasıl suyunu çıkardığımızı hatırlatmaya gerek yok! Kamu sektörü haricinde "ilim adamı" denilen insan tipini inşâ edecek bir zemin yok hâlâ. İlim adamımız da devlet memurudur ve XXI. asrın başlarında bu zümre, silahlı kuvvetleri hâlâ en güvenilecek kurumların başında saymaktadır; bâri birinciliğe kendini lâyık görebilse idiler!
Sosyal ilimlere gelince; o günün anayasa hukuku allâmelerinin 27 Mayıs 1960 günü darbecilere karşı takındıkları "geç bile kaldınız, buyrunuz meşruiyet şimdi sizindir" tavrının gölgesi, sosyal ilim dünyasının sicilinde kara bir mürekkep lekesi gibi duruyor hâlâ. Eğer siyaset mekanizması ile bilim dünyası arasında bir güvensizlik söz konusu ise sebebi var.
Sebepler dünyasında kuşlar bile sebepsiz kanat çırpmaz.