"Denizli" ufkunda bu dan dun sesleri nereden geliyor?..
Maçtan önce bir şeylerin kötü gideceği, Beşir Ayvazoğlu'nun, "Boşuna heveslenip durma, yeniliriz!" kehânetinden belliydi.
Beşir futboldan anlamaz, sevmez bile; ama "bu kadar başarı bize yeter" korkusuyla muhtemel yenilgiye bir gün evvelinden kılıf hazırlayan futbol otoriteleri(!) ile aynı şom ağızdan konuşunca mâneviyatım sarsıldı tabii. Aradan yarım saat geçmedi, bir seneden beri Sivas'a ayak basmamış bacanağım tam da maç saatinden beş dakika önce ayağının tozuyla gelip televizyonun karşısındaki yerini alınca iyiden iyiye pirelendim. Bacanak futboldan anlar; fakat indimde benim tuttuğum takımlar üzerindeki uğursuzluğu ile müsellemdir. Yine de moralimi bozmamaya çalışarak ekran karşısına geçtim. Takımlar sahaya çıktığında Mustafa Denizli'nin Suat'ı kenarda tutmayı tercih ettiğini görünce tansiyonum kıpırdanmaya başladı.
Yine de iyi başladık. Portekiz çekingendi ve biz yine Mustafa Denizli'nin Avrupa futbol literatürüne geçirmek için dört maç boyunca didinip durduğu "anti futbol"la maçı neredeyse dengelemeyi başarmıştık. Rüştü yine fevkaladeydi; ama o kadar. Bizim takımın gayesi futbol oynamak değil, rakibi bozmak ve futboldan soğutmaktı. İlk maçta kavga"dövüş yenildiğimiz İtalya bile bizim mâhut "futboldan soğutma" taktiğiyle bir sıra takımı hüviyetine düşmüştü. İsveç maçında da oynamaktan çok oynatmamaya ve sahadaki futbolcuları mesleklerinden nefret ettirmeye yönelik hır"gür futboluyla adamların basiretini bağlamayı başardık. Golsüz beraberlik adil bir sonuçtu ve sahada futbol güzelliğinden bir miskal bile görünmüyordu. Belçika maçında âsap bozucu taktiğimiz, şansla kol kola girdi. Belçikalılar futbol oynamak ve karşılığını almak için ter döküyorlardı, bizimkiler ise Belçikalılardan daha çok koşuyor, daha çok ter döküyorlar; ama "avara kasnak" gibi boşuna didinirken futbol üretmiyorlardı. Meğer Denizli'nin haftalarca sanal alemde maçlar yaparak geliştirdiği taktik bu imiş: Ne topa "rakip kaleye doğru" mesafe kazandıran anlamlı üç pas, ne bir kombine atak, ne de seyirciye futbol maçına geldiğini hatırlatan seyir zevki yüksek estetik hareketler. Şans bizden yanaydı ve Hakan Şükür, Alpay'ın "hele vurayım da benden öteye gitsin" diye şişirdiği bir gayesiz vuruşu iyi takib etti; futbol aklından uzak bir pozisyonda topa olağanüstü bir hırsla yükselerek zavallı Belçika kalecisine dünyayı zindan eden sayıyı kaydetti. Sonunda gayemize ulaşmış, Belçikalıları serseme çevirmiştik. Futbol otoriteleri vâkıanın adını koymakta gecikmediler: Turnuvanın en kötü top oynayan takımı bizimkilerdi!
Çeyrek finale yükselen Denizli, "şimdi doya doya bu galibiyetin tadını çıkarın" derken, aynı mânâsız futbol anlayışı ile daha çok gidemeyeceğimizi mi imâ ediyordu acaba? Halbuki sahadaki futbolcular, ne kadar savruk bir zihniyetle seçilmiş olsalar da iyi futbol oynayabilecek kumaşta olduklarını daha önce isbat etmişlerdi; ne var ki onları sahada frenleyen, endişelerini karabasan haline getiren ve "aman haddimizi bilelim" tehdidiyle çocukları kendi oyunlarını kurmak yerine, rakibi futboldan soğutup serseme çevirmek hesabıyla "motive" eden bir teknik direktör vardı kenarda. Artık rahatlıkla söyleyebiliriz: Bizim teknik direktörümüz maç kadrosu seçmeyi bilmiyordu; oyunu okumayı bilmiyordu, oyuncu değiştirmeyi bilmiyordu ve aldığımız sonuca göre anlaşılıyor ki taktik oyun kurmayı da bilmiyordu. O sadece bizim çocukların ancak "anti futbol"u başarabileceğine duyduğu inançla şansa güveniyordu. Doğrusu bu futbolla Portekiz'i de yenmemiz haksızlık olacaktı ve nitekim futbol anlayışı bizden düzinelerce gömlek adedince fazla olan Belçika'ya da esasen yazık olmuştu.
Bizim takımı çeyrek finale üç şey taşıdı: İlki Denizli'nin gerçekten parlak bir buluşu olan "anti futbol", ikincisi şans ve nihayet üçüncüsü Galatasaray'ın kazandığı UEFA Kupası'nın baskısı. Eğer kamuoyunun zihninde henüz bir ay önce kazanılmış bu başarının yüksek beklentileri olmasaydı, "bir gol attık, bir puan aldık; bir ilke daha imza attık, az şey mi?" tafralarıyla kendimizi avutabilirdik. Çeyrek finale çıktığımız gün, "Milli takımı buraya kadar Galatasaray'ın ve Fatih Terim'in mânevi baskısı getirdi, Denizli'nin ne yapacağını ise Portekiz maçında göreceğiz." yorumunda bulunmuştum. Keşke haksız çıksaydım!
Fatih Terim'i pek sevdiğim söylenemez; ama "futboldan anlayan" her vicdan sahibi teslim edecektir ki, bu ekibin başında Terim olsaydı her şey bir başka türlü olurdu. Yine elenebilir, yine yenilebilirdik; ama en azından futbol oynadığımız konusunda kimsenin şüphesi olmazdı. Portekiz maçının ikinci devresinde yaşadığımız çaresizlik, on kişilik bir takımla mücadele etmenin zaafiyetinden çok başka bir şeydi.
Bu noktadan sonra kimse çıkıp, "bu malzeme ile ancak bu kadar olur" diyemeyecektir; çünkü bizim Beşir Ayvazoğlu ve benzerleri hariç, milli takımın bundan çok daha fazlasını yapabileceğini; ama kötü yönetim yüzünden engellendiğimizi bilmektedir. Önümüzde Dünya Kupası elemeleri var; yeni teknik direktörün haberi olsun ki, final grubunda maç yapmaktan daha başarısız bir sonuca asla razı olmaya niyetimiz yoktur.
Sayın Denizli'ye çalıştıracağı yeni takıma aynı futbol ruhunu aşılayacağı ümidiyle bundan sonraki teknik direktörlük kariyerinde başarılar dilerim.