Denizci millet miyiz: Estağfirullah!
Deniz”le ilk uzun süreli alâkam, askerliğim esnasında başladı; çoğunuzun yanlış tahmin ettiği üzere yedeksubay kurra torbasından çektiğim hizmet yeri bir sahil şehri değildi, denizi bile yoktu ama “Deniz”i vardı.
Bildiniz; Van Gölü’nün batı yakasındaki Tatvan’dı nasibim ve oralılar hemen burun dibindeki Van Gölü’nden bahsederken kesinlikle göl kelimesini kullanmazlar, hep “Deniz” derler.
İlk günlerin karakışla geçen hayhuyu yatıştıktan sonra dikkatim “deniz”e doğru yöneldi. Sahil şeridinde birkaç tur attıktan sonra farkettim ki, Tatvanlılar’ın “Deniz”le hemen hiç alâkası yoktur. Belirli zamanlarda istasyona gelen tren katarından bazı vagonlar iskeleden feribota bindirilir ve Van iskelesine doğru demir alırlar. Evet, istasyona yakın mahalde bir feribot iskelesi vardır (Bir tane de vaktiyle Denizyolları tarafından yaptırılan otel kıyısında ahşap bir iskele kalıntısı görmüştüm) hepsi o kadar.
Bir kayık, bir lastik bot, bir mavna veya Tatvanlı gençlerin, Oxford talebeleri gibi kürek sporu yapmaları için tedarik edilmiş birkaç tekne! Hiçbiri yok. Tatvanlılar ve galiba göl kıyısında yaşayan bütün bölge ahalisi için “Deniz”, duvara asılı duran bir İstanbul hâtırası gibiydi; onu görürler ama ilişmezlerdi; hâlâ öyle midir bilmem, aradan geçen otuz seneden sonra birşeyler değişmiş olabilir.
Tatvanlılar, Ercişliler, Adilcevazlılar, Ahlatlılar, Vanlılar öyle de diğer sahil ahalisi farklı mıdır? Karadeniz kıyılarının çoğu kısmını birkaç kere karadan geçmişliğim var. Hırçınlığından mıdır bilinmez, yerleşme yerlerinin kıyısındaki balıkçı barınaklarından başka Karadenizlilerin deniz muhabbetini gösteren bir emâreye rastlamadım. Akdeniz ve Ege sahilleri uzmanlık saham dışında ama Marmara’ya bakarak rahatlıkla şu tesbitte bulunabilirim pekâlâ...
Biz denizci bir ahali değiliz ve galiba hiç olmadık!
Aa, ya o Barbaros Hayrettin’ler, Turgut Reis’ler, hatta onlardan çok evvel Çaka Bey’ler filan? Onlar ne olacak, kazandığımız onca deniz zaferleri?
Geveleme, itiraf et!
Geliniz şöyle bir kaba istatistik yapalım: “Deniz zaferlerimiz” başlığı altına girebilecek büyük muvaffakiyetleri alt alta sıralayalım ve kenarlarına tarihlerini yazalım; bir elin parmaklarını geçmeyecek bu zaferlerin nedense hep 16. yüzyılın ortalarında yoğunlaştığı belki dikkatimizi çekecektir. Bizim o meşhur Akdeniz hâkimiyetimiz, şân alıp nam veren kahraman korsanlarımız yarım asır bile sürmemiştir. Akdeniz’in şöyle böyle bilinen 3 bin yıllık tarihine nisbetle devede kulak kabilinden bir şey.
Akdeniz’i (Bahr-i sefîd derdi ecdâdımız) anladık, peki ya kaynaklarda “Bahr-i Siyah” diye Karadeniz’de durum neydi; Karadeniz bir Türk gölü değil miydi?
-Ehh birazzz, daha doğrusu bu meseleler üzerinde fazla konuşmasak daha iyi olacak, geçelim, bir başka konu üzerinde konuşalım...
-Senin ağzında bir bakla var anlaşılan, söyle de bilelim; şanlı denizcilik tarihimiz aleyhinde bir şeyler mi söylemek istiyorsun, geveleme konuş!
-Abi ne konuşayım, konuşmasak daha iyi olmaz mı?
-Yok yok, merak ettim şimdi, söyle, dökül!
Türk’ün ayağı yere basmalı arkadaş!
Durum kısaca şu; yani baştaki cümle. Biz denizci millet filan değiliz efendim (Ayrıca ille de denizci millet olmak da gerekmiyor tabii); denizle aramız daima şekerrenk mesâbesinde kalmıştır. İnanmayan evvelâ deniz savaşları tarihine değil de, meselâ Türk bandıralı ticari gemilerin tonilato ve yük taşıma kapasitesine, dünya deniz taşımacılığından aldığı paya, mütemadiyen ölümlü kazalara sahne olan tersanecilik sektörümüzün iş hacmine bakabilir.
Ayrıca Türkiye’de tekne sahiplerinin genel nüfusa oranına da bakmalıyız meselâ; ama tekne derken bilmemkaç metrelik fiberglastan mâmul, milyon dolarlık keyif teknelerini, yatları kastetmiyorum; orta gelir dilimine mensup sıradan insanların teknelerini; hani kayık, kotra, çatana, o da olmadı yelken sporunun temel esaslarını öğrenmeye yarayan optimist tekne vesaire cinsinden pek pahalı olmayan ama suda yüzebilen orta halli ufak-tefek şeyler...
-Teknem yok ama denizi tanırım, dilini bilirim, öyle ki karaya ayak basınca deniz tutmuşa dönerim, diyenimiz kaç kişi; veya yüzme bilenlerimiz?
Bahr-i Siyah Bıyık, Bahr-i Sefîd Sakal; Tükür tükürebilirsen
Evet, biraz abartıyorum, doğru ama tezimde ısrarlıyım. Hâlâ inanmayanlar meselâ, 17. yüzyıldan sonra Batılı donanmaların Çanakkale Boğazı’nı ikide bir ablukaya aldıkları için, Donanma-i Hümâyunumuz’un niçin Marmara’da döneleyip durduğunu, çoğu zaman Haliç’ten çıkmaya bile nazlandığını inceleyebilirler. Türk denizlerinin nihai hukukunu tesbit eden Montrö anlaşmasına kadar neredeyse Karadeniz bizim için bıyık, Ege ve Akdeniz sakal rolünü ifa etmiştir; o meşhur atasözünü ayrıca hatırlatmaya lüzum görmüyorum. Yine de ikna olmayanlar, Osmanlı donanmasında geçirdiği uzun yıllardan sonra “Müşavir Paşa” nâmıyla anılan Sir Adolphus Slade’in yazdıkları (Müşavir Paşa’nın Kırım Harbi Anıları”, İş B. Yy.) iyice bir gözen geçirilmeli, bazı yerlerinin altı mavi kalemle çizilmelidir. Slade, Sultan Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde Osmanlı donanmasında 20 seneden fazla aktif hizmet yapmış ve önemli gözlemlerde bulunmuştu. Anlattıklarından aklımda kalan en önemli ayrıntı, bizim donanmanın, düşmanı göğüslemek icab ettiği zaman fırtınasız havaları kollaması ve sahil şeridinden uzağa düşmemek için titiz davranması olmuştur.
Daha önceki zamanlarda denizciliğimizin tasviri, Kâtip Çelebimiz’in meşhur “Tuhfetü’l Kibâr fi Esfâri’l Bihâr” adlı (Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan adıyla sadeleştirilmiş baskısı Kabalcı tarafından yayınlandı) eserinde tafsil edilmiştir. Yakın zamanlara geldiğimizde, abartılı bir tasvirle Osmanlı donanmasını Haliç’te baştan kara edilmiş gemilerin güvertesinde tavuk beslenip yonca yetiştirilen, dibi midye ve yosun tutmuş bir âtıl kuvvet olarak görürüz fakat aynı donanmanın hâlâ yüzebilen gemileri (meselâ Âsâr-ı Tevfik zırhlısı) 31 Mart Olayı’nda Beşiktaş açıklarına kadar emekleyip Yıldız Sarayı’na toplarını tevcih ederek II. Abdülhamid’i tehdit edecek bir performans gösterebilmişti. Balkan Harbi’nin sıkıntılı günlerinde tek tabanca gibi Ege’de dolaşıp Yunan donanmasını taciz eden Hamidiye Zırhlısı’nı saymaz isek (Hamidiye efsânesi hakkında övgü bir hayli bol olmakla birlikte nâdirat cinsinden eleştiriler de yok değildir), birkaç yıl sonra kopan Cihan Harbi müddetince sanki donanmamız hiç olmamış gibidir.
Sohbet biraz donanma tarihi ve kritiğine döndü ama tezimin ardındayım; toparlayalım: Bizim ayağımız yere basmalı azizim, o kadar!