Deniz ve köpük

Türkiye'yi yeni tanımaya başlayan birisi vaziyeti görse, "Türkler yemeyi içmeyi unutmuş, bir gazetecinin eski gazetesinde çalışırken neler yaşadığına dair yazdığı kitabı tartışıyor" diye düşünür; öyle görünüyor çünkü. Kitapta yazılanlarla ilgili ve ilgisiz bütün taraflar, son yılların en büyük kitap reklâm kampanyasına destek vermek için el ele vermiş neredeyse muhâl'i zorluyorlar.

Bu durumda kitabın yazarı, "Meğer ben ne imişim; bir ok attım kebâb oldu. Ben yakın tarihin en mühim fenomenlerinden biriymişim meğerse" diye düşünmekte haklıdır. Yazarın günlük gazete yazılarından tekini bile okumayan "çok satan kitap" düşkünü okuyucu zümresi, bütün kaynaklarda "tuğla cesâmetinde" olduğu ileri sürülen mâhut hâtıra kitabını tedarikleyip bu leziz tartışmanın aslında neden ibâret olduğuna dair kanaat geliştirerek gündemi kaçırmamaya çalışıyor olmalılar. Okuyucu takımı, bu kumpanyanın en mâsum ve en günahkâr aktörü mevkiindedir. Mâsum, çünkü her şey onun dışında cereyan ediyor; vebâl altında, çünkü oyuna katılmak yerine seyirci kalmayı tercih etse böyle bir "fenomen" hiç olmayacak.

Kitabın konusu nedir: Bir yazar, en iyi zamanlarında bile 100 binden fazla müşterisi olmayan bir gazetede çalıştığı yıllarda "içeriye dair" inceden inceye şahsi notlar tutarak yıllar sonra, "ifşâ ediyorum" edâsıyla yayına sürmüştür. Gazete deyip geçmeyelim, okuyucusu 20 bine düştüğü zamanlarda bile bürokrasi ve okur-yazar takımı arasında pek makbul tutulan bir cerîde. Öyle ki, basın camiasında vaktiyle o gazetede çaycılık veya muhasebeci çıraklığı yapmış olmak bile enikonu parlak bir kariyer sayılırmış. Safdil okuyucu, gazetenin patron veya yazar takımından bahseden satırları okuyunca Cağaloğlu'nu Olimpos dağı, Kırmızı Konağın sâkinlerini ise adam kıtlığında kadim Yunan ilahları rolüne soyunmuş ufak tefek esâtir kahramanı filan zanneder.

Kitabı, işte o efsânenin suyunu sıcak tutmak için kazanın altına atılmış çıralı bir çam kütüğüne benzetmekten kendimi alamadım. Yazar, çalıştığı gazetedeki yanlışları eleştiren biberli kelimeleri kağıda boca ederken bile sanki ıslıkla, "Her yer karanlık, pür nûr o mevkii" mersiyesini terennüm ediyor gibidir.

Bundan bir ay kadar önce tarihçiliğimizin yüz aklarından Prof. Dr. Halil İnalcık hocamızla ilgili önemli bir kitap yayınlandı: "Tarihçilerin Kutbu/Halil İnalcık kitabı" (İş Bankası Kültür Yayınları). Emine Çaykara'nın Hoca'yla yaptığı uzun mülakatın kayıtlarını ihtiva eden bu kitap ile, bu yazıda mevzubahs edilen matbuat dedikodularını yan yana koyarak her iki kitap hakkında yazılanları hacim itibariyle kıyaslayınca ortaya arabesk bir manzara çıkıyor: Matbuat dedikoduları hakkında bir haftada yapılan "kıyl-ü kaal", kitabın tuğla cesâmetini daha şimdiden sollayarak irice bir biriket ebadına ulaşmıştır. Okunması, üzerinde daha çok konuşulması gereken elbette ki Halil İnalcık kitabıdır.

Çok satan, çokça dedikodusu edilen kitaplar dalgalara benziyor; onlar sahile vurur ve dağılıp giderler ama okunması gereken kitaplar deniz gibidir. Dalgalar köpüktür nihayetinde; denizin acelesi yoktur, bereket onun derûnundadır. Ve biz kitapları seçmeyiz aslında; kitaplar bizi seçer.

Not:

Bugünlerde yeni bir kitap daha yayınlandı: "Barış Köprüleri/Dünyaya Açılan Türk Okulları" (Ufuk Kitap; online satış için: www.da.com.tr) adını taşıyan bu kitap, Toktamış Ateş, Eser Karakaş ve İlber Ortaylı'nın ortak editörlüğünde seçilmiş yazılardan oluşuyor. Her biri kendi uzmanlık dalında tanınmış devlet adamı, akademisyen, gazeteci, sanatçı ve yazarlardan oluşan kişilerin kaleme aldığı intibaları bir araya getiren kitap, "Türk okulları" gerçeğinin lâyıkıyla kavranması ve anlaşılması için farklı ve değerli perspektifler sunuyor.

Türkiye'nin "aydınlık" olduğu için yadırganan çehresine tutulmuş bir ayna.

Yani bir "deniz" kitabı.


Kaynak (Arşiv)